Çan, kırk bin nüfuslu bir şehir.
Şehir diyorum, çünkü bu kelimeyi hak ediyor; önemli bir kısmını kaplayan fabrikalara, yanı başındaki kömür işletmelerine rağmen mimari açıdan düzenli bir şehir; caddeleri, sokakları, çarşıları geniş ve temiz.
Sanayi ile tarımın, burada birlerinin alanını gasp etmeden kol kola yürüyor olmaları da altı çizilmesi gereken bir diğer önemli husus.
Çan'a vasıl olduğumuz günün akşamında, Sivil İnisiyatif Derneği'den, (bir davanın sahibi oluşunu sessizliğiyle daha da görünür kılan) başkan
, derneğin gayretkeş, fedakar ekibinden
,
,
,
ve
ile Çan'daki düşünsel ve siyasi ortamı tanımamızı da sağlayan bir sohbetimiz oldu.
Bu sohbette, doğal olarak Çan'ı da içine alan, ülke genelindeki
,
yönünde temenniler öne çıkarken, özellikle Müslüman münevverlerin, parti tanımlı bir topluluk görüntüsünü de izale edebilecek şekilde, iktidarla ilişkilerinde makul bir mesafeyi gözetmelerinin gerekliliği vurgulandı.
tanımı, eli kalem tutanlardan sivil toplum kuruluşlarının yöneticilerine kadar genişletiliyor ve dolayısıyla düşünebilen, vatana ve yerliliğe dair derdi, projesi, aktif faaliyeti olan kanaat önderleri de bu silsileye dahil ediliyordu.
Bu genişletmenin asıl sebebi ise, söz konusu münevverlerin her faaliyetlerinin
ihtimalinden duyulan kaygıya bitişikti ki, yarın partisiz bir hayatın zorunlu olması durumunda, o münevverlerin yeni bir birlik, yeni bir milli örgütlenme talebiyle halkın karşısına
çıkma potansiyellerinin korunma çabasından kaynaklanıyordu.
AK Parti iktidarından elbette memnuniyet duyulmalı ve onu desteklemekte musir olunmalıydı. Ancak, bugün sadece parti ile görülemeyecek gözler, muhabbetlerine ulaşılamayacak gönüller olduğu gibi, salt parti merkezli faaliyet görüntüsü vermek yarın tüm gözlerden, gönüllerden uzak kalma sakıncasını da içkin hale gelebilirdi.
Bu kaygılardan sonra zorunlu olarak şu başat soruya ulaşılıyordu:
?
Ben kendi düşüncelerimi şu minval üzere naklettim:
, 28 Şubat ortamında bizlerin (Müslümanların) ürettiği bir terimdi. Eğitim haklarının engellenmesinden başörtüsü yasağına kadar maruz kaldığımız siyasi şiddete, “bu kadarı da olmaz artık” diyerek destek veren Solcuların ve Liberallerin,
izah edebilme arayışımızdan doğmuştu.
Haliyle o gri alan bir katışma, birleşme, bitişme değildi. Siyasi bir toplaşmaydı. Siyasi olması nedeniyle çıkar ilişkisine dayanıyor ve dolayısıyla karşılıklı bir saygıyı içeriyor olsa da, samimi bir sevgiyi içermiyordu. Siyaseten biz yine bizdik, onlar da yine onlardı.
Gri alanın Gezi Eşkıya Kalkışması'nda bir haftada yok oluvermesi bu durumun en bariz delilidir. O kısa süre içerisinde biz onlar tarafından devletçilikle damgalanırken, onlar da bize göre vatan haini oluverdiler.
Buna göre, gri alanın yeniden yaratılmasını istemenin pratik bir karşılığı yok. Çünkü sabit sınırda geçici olarak mümkün kılınan bir
, karşılıklı sevgiyle birbirine
dönüşmediği sürece, kurgulanmış siyasi bir durumun tezahürü olarak algılanmaya ve karşılıklı bir hesapçılığın adı olmaya devam edecektir.
Benim düşüncem, mevcut gri alan terimini gereksizleştirecek şekilde, kendi tahammül nazariyemizi, ötekiyle birlikte olma seçimimizi yeniden yapılandırmamızdır.
Diğer bir ifadeyle, bizler gri alan
diye değil, madem bu ülkenin sahipleriysek ve madem arkamızda güçlü bir iktidarın desteği varsa, artık
, ötekini en doğal şekliyle, samimiyetle yoğrulmuş bir sevgiyle kucaklamayı
deneyebilmeliyiz.
Eğer biz bu potansiyel durumu fiile aktaramazsak, eski gri alan terimine yaslanan kimi uyanıklar (tarafları ne olursa olsun) bunda kendileri için özel bir faydanın avcısı olmaya devam edeceklerdir.
Nitekim, henüz münevver olmayan ama eli kalem tutan kimi arkadaşlarımız, geniş düşüncelilik, hoşgörü, tezkiye edilme ve diyalog imkanı adına kimi liboşların hinterlandına girmekten rahatsızlık duymamaktalar.
Bu durumda, denenmişi deneyerek vakit kaybetmek yerine denenmemiş sahih tutumlar üretmek bizler için çok da zor olmasa gerektir.