|
Ölümü yokluğa yatırmak

Halk dilinde “ölmeden önce ölmek”, tasavvuf dilinde “fenâfillah” olarak ifade edilen ve Budizm'in “Karma-Yoga Teorisi”yle kimi benzerlikler taşıyan “Fenâ - Bekâ Teorisi”, tasavvuf öğretisindeki “Tanrı-insan ilişkisine” na mahsus önemli yaklaşımlardan biridir.



İlk dönem sufilerince insandaki kötü niteliklerin ortadan kaldırılması (

fen

â: geçici olma, kalıcı olmama), onların yerine iyi niteliklerin konulması (

bekâ

: ölmezlik, ölümsüzlük, ebediyet) ya da beşeri sıfatların silinmesi, onların yerine ilahi sıfatların konulması şeklinde formüle edilen Fenâ-Bekâ Teorisi, bu yanıyla Karma-Yoğa Teorisi'ndeki “ittihat” düşüncesini çağrıştırdığı için, tasavvufu “Hakkın seni sende öldürmesi ve kendinde diriltmesidir” şeklinde tanımlayan Cüneyd (ks) tarafından “tevhid anlayışı” içinde yeniden yorumlanmıştır.



Cüneyd, yorumunu “Mîsak Ayeti” olarak da anılan şu ayete göre yapmıştır: “Hani Rabbin (ezelde) Ademoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' demişti. Onlar da, 'Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)' demişlerdi. Böyle yapmamız kıyamet günü, 'Biz bundan habersizdik' dememeniz içindir.” (Araf, 7/172)



Bu ayette geçen “Elest bezmi” kavramını Allah-İnsan ilişkilerindeki “ezelîlik”e karşılık sayan Cüneyd, Fenâ-Bekâ Teorisi'ni, İnsanın

Allah'la ittihadı olarak değil

, ezelde olmuş olanın oluşuna (mîsak [sözleşme, yemin] anına; insanın nihayetinin başlangıcına; varlık olmadan önceki haline) yeniden dönüşle

tevhidin gerçekleşmesi

fikri üzerine kurmuştur: “Tevhid, kulun Allah'ın kudreti önünde bir gölge gibi olmasıdır. Hakk'ın tedbirinin tasarrufları, kulun üzerinde akar. Bunlar, tevhid denizlerinin dalgalarında, kudret hükümlerinin mecralarındadır. Kul, kendisinden, halkın onu davetinden ve onlara cevap vermekten fâni olmuştur. Hakk'ın kurbiyetinin hakikatinde, vahdaniyyetinin ve varlığının hakikatleriyle fenâ bulmuştur. Çünkü Hak, dilediği şekilde kulunda kâim olduğu için, kulun his ve hareketi gitmiştir. Bu da kulun nihayetinin evveline rücu etmesi ve var olmadan önce nasıl idiyse öyle olmasıdır.”



Cüneyd'in tevhid merkezli ve “1-Kulun, Hakk'ın emirlerini ve iradesini kendi şahsi istek ve arzularına tercih etmesi, 2-Hakk'ın iradesine uyup O'na bağlanan kulun ibadetlerindeki haz ve zevklerden fâni olması, 3-Hakk'ın tecellileriyle kendinden geçen kulun içinde yaşadığı hakikati görmemesi, dolayısıyla nefsiden fâni olan kulun, Hak ile bâki olması” şeklindeki (Ehl-i Sünnet'in Allah tasavvuruyla da büyük oranda örtüşen) üç mertebeli Fenâ-Bekâ Teorisi, tasavvufu İslami ilimlerinden bir ilim olarak meşrulaştırma çabasını da aşıp onu bizzat meşruiyetin ölçüsü haline getirecek tarzda kurumlaştıran İbn Ârabi tarafından daha zengin bir içerikle tekrar sistemleştirilmiştir.



İbn Ârabi (ks), “ödünç giysi” metaforuyla İnsan'a verilen her türlü imkan ve kabiliyetin birer “emanet” olduğunu hatırlatarak, mahiyeti itibariyle zaten fâni olan, yani mutlak olarak var olmayan varlığın fânîliğini idrak ederek bâki kalmayı seçen gözlerin/varlıkların kendilerini “müşâhede” etmeye başlayacağını söyler ve bu durumda mutlak güzellik içinde mutlak yücelişin gerçekleşeceğini belirterek bu sayede erişilecek “cem ve vücud gözü”nün bütün sayıları (varlıkları ve oluşları) aşarak “vahdet”te karar kılacağını belirtir.



Bunun bir “ittihat” olmadığını vurgulayan İbn Ârabi,

himmet

(uyanış, irade, Hakikat özlemi)

din

(İslam),

sıdk ve ihlas

(kalp ve iman),

ihsan

kavramlarından hareketle, dört hazret belirler: İkamet Hazreti, Nur Hazreti, Akıl Hazreti, İnsan Hazreti. Kulun, İkamet Hazreti'nden İnsan Hazreti'ne eriştiği zaman ebediyet ırmağından doyasıya içeceğini, Rab'dan korkma ve Rabb'ın rızasını kazanma makamına kavuşacağını belirterek, “Fenâ menzilleri” olarak nitelediği bu hazretlerin (düzeylerin), “Güneşlerin –burhan'ın- doğuşu”yla tamamlanacağını söyler.



Cüneyd'in “Tevhid anlayışı” içinde formüle ettiği, İbn Ârabi'nin yeniden sistemleştirdiği Fenâ – Bekâ Teorisi, son tahlilde insanın varlığını Allah'ın varlığına yatırmak (ittihat edilenin niteliğine ve niceliğine bürünerek edilgen olmak) değildir.



Allah ile ezelde yapılan “mîsak”ın unutulmasına neden olan “kendilik –nefs- perdesi”ni fark ederek, özünde yerleşik olan Yüce'yi (müte'al olanı) algılama ve keşfetme yeteneğiyle bu perdeyi aşıp, “var olmadan önce nasıl idiyse öyle olma potansiyelini”ni harekete geçirebilmektir.



Ki, bu da insanın,

ölümü daha yaşarken yokluğa yatırarak, dünya-ahiret karşıtlığını aşmak

suretiyle bâki kalması anlamına gelir.


#fenâfillah
#tasavvuf
#himmet
#uyanış
#irade
#Hakikat özlemi
8 yıl önce
Ölümü yokluğa yatırmak
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı
Genişletilmiş teröristan projesi böyle çöktü
İsrail’le ticaret ve Deutsche Welle