|
Distopya demişken…

The Handmaid’s Tale diye bir dizi var. Türkçe adı Damızlık Kızın Öyküsü. ABD’de halihazırda yayınlanmakta olan dizi, bildiğim kadarıyla Netflix’te yok, ancak Blu TV kanalıyla izlenebiliyor ya da üyelik ücreti ödeyerek takip edebildiğiniz başka mecralarda bulunabiliyor. Dolayısıyla bu yazıyı okuyan siz değerli okurun çoğunun diziyi izlemediğini varsayarak yazıyorum. Çoğu kişi izlememiştir, ama konunun, argümanların, üslubun ve sunumun çok tanıdık geleceğini söylemeliyim. Amacım, Hollywood’ın “orijinal bir mesaj içeriyor” gibi gözükürken bir klişe deryasına dönüşen, “muhalefet ediyor” gibi yaparken, hem sistemi onaylayıp hem de sistemin kötülüklerini kapatma görevini yerine getiren işlevi hakkında, sözünü ettiğim dizi üzerinden birkaç şey söylemek.

Önce dizi hakkında bilgi; ilk sezon 10 bölüm, ikincisi 13 bölüm (2. sezon yayınlanmaya devam ediyor) olarak çekilen ve 3. sezon için de onay alan Damızlık Kızın Öyküsü, Kanadalı yazar Margaret Atwood’un aynı adlı kitabından uyarlama. Atwood bir feminist, Damızlık Kızın Öyküsü de, 1984, Cesur Yeni Dünya, Mülksüzler gibi karanlık bir gelecek öyküsü anlatıyor, yani bir distopya. 1984 özgürlüğün yok edilişinin hikayesini anlatırken; Mülksüzler kapitalizm eleştirisi yapıyor, Cesur Yeni Dünya da tüm kimlik ve değerlerin yok edildiği umutsuz bir insanlık görüntüsü çiziyordu. Damızlık Kızın Öyküsü ise, Atwood’un kimliğinde anlaşılacağı üzere olaya kadınlar açısından bakan, kadınların haklarını kaybetmesi, toplumun sınıflara bölünmesi üzerine kurulan bir hikaye anlatıyor.

Ancak bu hikayede kadınlar o kadar kötü durumda ki; -bir esir hayatı yaşamaya mahkum edilmiş alt sınıf kadınlara birazdan geleceğim- eskiden feminist bir yazar olan üst sınıf mensubu bir kadın bile, sırf kocasından habersiz birkaç satır yazı yazdı ya da onun emri hilafına bir karar aldı diye cezalandırılabiliyor, eski dönemlerde kölelere yapıldığı gibi eğilmek suretiyle kocasından pantolon kemeriyle dayak yiyebiliyor.

Öncelikle, dizide (ve elbette kitapta) anlatılan hikayenin Boston Massachusett’te geçtiğini belirtelim. ABD’de Cadılar Bayramı’na kaynaklık eden, 1600’lü yıllarda kadınların cadı diye damgalanarak canlı canlı yakıldığı Salem’ın da bu eyalette olduğunu, Boston’a 1 saatlik mesafede bir şehir olduğunu hatırlatalım.

Dizinin özetine gelince; dünyada doğum oranlarının giderek düşmesini, doğal yollarla hamile kalan kadın sayısının giderek azalmasını bahane eden totaliter bir rejim, yavaş yavaş toplumu baskı altına alır. Az sayıdaki doğurgan kadınların, sözde devrimin komutanlarının çocuklarını doğurmaya zorlandığı hikayede bu kadınların, bırakın işlerini, sosyal hayatlarını ya da ailelerini veya özgürlüklerini korumayı, kendi isimlerini kullanmalarına bile izin verilmez. Örneğin dizideki June isimli baş karakter, komutan Fred’in damızlığı olduğu için Offred adını alır, yani Fred’inki; diğeri Ofglen’dir, Glen’inki.

Hikayede doğum oranının düşmesinden, kadınları sorumlu tutan ve onları haklar noktasında 1600’lerin bile gerisine ışınlayan muhafazakarlığın adı Gilead’dır. Gilead Cumhuriyeti’nde doğurgan oldukları için komutanların cinsel kölesi haline getirilen kadınlar kırmızı; doğurgan olmayan ama sisteme karşı da çıkmayan, ev hizmetlerini gören evcil Martha’lar yeşil; acımasızlıkta belki de kocalarına nal toplatan komutan eşleri kadınlar da mavi giyinirler. Kendilerine Yakup’un Oğulları adını veren bu muhafazarlığın tek düşmanı kadınlar değildir ama, “gender traitor” denilen ve kendi cinsiyetine ihanet ettiği düşünülen eşcinseller de, başka mezhebe sahip olan Hristiyanlar da, Müslümanlar da aynı derecede tehlikeli görülür. Yeni sisteme boyun eğmeyen herkes ise, ABD’nin ilk kurulduğu yıllara, kölelik zamanlarına gönderme yapar gibi görüntülerle ağaçlara, duvarlara, evlerin içlerindeki tavan direklerine asılarak öldürülürler.

Buraya kadar sorun yok gibi gözüküyor değil mi? Kadın hakları, eşcinsel hakları, dinsel kimliklere saygı talebi, dünyanın bugün geldiği noktada kimsenin kolayından itiraz edemeyeceği derecede meşru talepler. Eşcinsellik konusunda tam bir mutabakat yok, kadın hakları konusunda da muhafazakarlar nazlanıyor ama aynı muhafazakarlar dinsel kimliğin tanınması konusunda bu kavramları dünyaya hediye eden söylemin sahipleriyle kesinkes aynı fikirde. Bu kavramlar hem popülerler, hem de göreceli olarak haklılık zeminine sahipler. Bu yazıyı yazan bendenizin bile dinsel kimlikler ve kadın hakları konusunda dönem dönem ses yükseltmiş popülasyonun içinde olduğu söylenebilir.

Ama 20. Yüzyıl’ın ikinci yarısından itibaren giderek yükselen ve kısmen zemini de olan bu değerlerin Hollywood eliyle duygusal soslara bandırılarak dünyaya servis edilmesinden de tuhaf şekilde rahatsızlık duyabiliyor insan. Elbette kimlikler mühim, dezavantajlı sayılan kimlik sahiplerinin özgürleşmesi de çok önemli. Ama öte yandan dünyada şunlar da oluyor; diktatörlükleri yıkacağız, kadınların haklarını koruyacağız, demokrasiyi getireceğiz diye girişilen topraklardan milyonlarca insanın ölüsü de çıkıyor. Kadınlara özgürlük diye naralar atılarak girilen bir Ortadoğu ülkesinde, tüm erkek akrabaları öldürüldüğü için, çocuklarına bakmak ya da açlıktan ölmemek için kendini satmak zorunda bırakılıyorsa bir kadın ya da yeni oluşan durum nedeniyle başka belalara uğruyorsa, herhalde bunun adı özgürlük olmaz.

Sonuç; distopya, tek bir zamanla ya da zeminle sınırlı kalan, çevreyi ve şartları göremeyen, atgözlüğüyle malul, sadece kendi doğrusuna inanan ütopyaların diğer adı galiba. Muhafazarlıktan ya da sekülarizmden gelsin; dindarlardan veya kadın hakları diye bağıranlardan çıksın, fark etmez.

#​The Handmaid’s Tale
#Distopya
6 years ago
Distopya demişken…
Putin güç gösterisidir, Erdoğan güç
Belleksiz şehirler
Osman Dan Fudî’nin Peygamber sevdâsı
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!