|
Ben gurbettekinin hasretini bilirim

Avrupa Birliği Uyum Komisyonu"nun davetlisi olarak Paris"teyim. Başkan İzmir Milletvekili Prof. Dr. Mehmet Tekelioğlu komisyonun çalışmalarını izlemem için beni Paris"e davet ettiğinde Karabük-Safranbolu-Amasra-İstanbul hattında bir yolculuk içindeydim. Ve günlerdir zihnimi meşgul eden olay konusunda yazmam gerektiğini düşündüm.

Mevsim sonbahar, doğa yeşilden sarıya kadar tüm renkleri içinde barındırıyor ve yerler sararmış yapraklarla örtülü. Hafif esintiyle yapraklar ağaçların dallarından kopup oradan oraya savruluyor. Her yaprağın düşüp yere doğru savruluşu yüreğimde derin bir hüzne dönüşüyor.

Karabük"ten Bartın"a giderken yolda oluşan manzara görülmeye değerdi. Yolun iki yanında sararmış yapraklarıyla gökyüzünde buluşmuş ağaçlardan oluşmuş bir koridor. Arabamız yolu kaplayan sararmış yaprakların üzerinden geçerken, bir kısmı tekerleklerimizin altında eziliyor asfalta yapışıyor ve diğer bir kısmı yeniden savruluyordu.

Bartın"dan Amasra"ya doğru yol aldığımızda güneşin son ışıkları Roma İmparatorluğu döneminden kalma Kuşkayası yüzeyindeki kabartmalara düşmekteydi. Ardından Fatih"in Amasra"yı fethe giderken şehir-doğa uyumunu görüp "Lala lala çeşm-i cihan bu ola" sözünü söylediği Bakacak"tan geçerek binlerce yıllık tarihe tanıklık ettik. Medeniyetlerin aynı yolu takip ettiklerini gördüm Roma"dan Osmanlı"ya.

Bizden önce kurulmuş ve yok olmuş medeniyetleri düşündüm. Nice insanlar gelip geçmişler ve nice öyküler oluşturmuşlar bu topraklarda.

Yolculuk derin düşüncelere sevk etti beni. Arabadan inip benden önce gidenlerin izlerini takip edip, seslerini duyabilmek ve öykülerine tanık olmak için yürüdüm.

1997"de Bosna Hersek"in başkenti Sarajevo"dan İstanbul"a gelmek için havaalanına gitmiştim. Uçağın kalkışına kısa bir zaman kalmıştı. Uçuş işlemlerimi hızlı bir şekilde gerçekleştirdikten sonra kontrollerimi ve gümrük işlemlerimi yapabilmek için acele ediyordum. İsmim anons ediliyordu. Önümde yavaş hareket eden bir beyefendi vardı. Ona uçağı kaçırmak üzere olduğumu söyleyerek yardımcı olmasını talep ettim. Hafif bir Türkçe ile nereye gitmek üzere olduğumu sordu. İstanbul"a gidiyorum diye cevapladım.

Hüzünle karışık titrek bir ses tonuyla "Ne kadar güzel, İstanbul"a gidiyorsunuz" diye karşılık verdi.

Ya siz efendim: "Viyana"ya oradan Erivan üzerinden Beyrut"a gideceğim" dedi.

Nereli olduğunu ve ne iş yaptığını sordum. İş adamı olduğunu, İstanbul"dan Lübnan"a göç eden Ermeni bir aileye mensup olduğunu, Beyrut"ta doğduğunu ve çocukluğunda kendisine büyükbabasının doğduğu şehir İstanbul"dan öyküler anlattığını söyledi.

Siz hiç İstanbul"a geldiniz mi diye sorumu tekrarladım? Gözleri doldu ve burun çekişinden sonra; "Hayır, ama çok istiyorum" cevabını verdi. Geliniz dedim ve adresimi uzattım.

İkimiz aynı medeniyetin ve iklimin çocuklarıydık. Ortak dilimiz, öykülerimiz vardı ve Sarajevo"da rastlaşmıştık.

"Ne ile karşılaşacağımı bilmiyorum, tedirginim" dedi. Tedirginlik hissetmek, ürkek bir ceylana dönüşmek.

Ya hasret, ya bizi inşa eden öyküler.

Ağustos 2006"da İsrail Lübnan"a saldırdığında olayları yerinde görmek için Beyrut"a gitmiştik. Doğu Beyrut bombalandığı için Büyükelçimiz İrfan C. Acar güvenliğimiz için bizi batıda bir otele yerleştirmişti.

İlk gün ve gecesinde otelimizin çatısından seyretmiştik bombalanmayı.

Osmanlı"nın zayıflaması ve yıkılışıyla yaşadığımız coğrafyada 1000 yıllık kardeşlikler ve komşuluklar sona ermişti. Yıkılma devam ediyordu. Savaşlar ve sürgünler hayatımızın bir parçası olmuştu.

Ertesi gün şehir turunda gördük ki Batı Beyrut"ta yoğun olarak Ermeniler yaşamaktaydı. Kaldığımız otelin çalışanlarının da bir kısmı Ermeni idi.

Yemeğimizi hazırlayan hanımefendi bir akşam masamıza geldi. Selam verdi ve kendini takdim etti. Annesi Kahramanmaraş"ta doğmuş bir Ermeni idi, önce Halep"e ve ardından Beyrut"a göç etmişlerdi. Annesinin doğduğu şehri görme arzusunu iletti bizlere. Beyrut"tan ayrılacağımız zaman bizimle gelmesini söyledik. Gelmeye cesaret edemedi ve yüreğimiz buruk ayrıldık.

Savrulan sararmış yapraklara baktıkça bir daha göremeyeceklerimi ve başka bir vakte ertelenmiş kavuşmaları düşündüm. Sabra tahammülü kalmadı zamanın. Bir yaprak gibi savruluyoruz, özlemlerimizle kalıyor geride ve gidenlerin ayak izlerini soruyoruz. Engeller, kaygılar ve korkular doluyor içimize.

Paris"e giderken Charles Aznavour"un Nedim Gürsel"e yazdığı mektubu hatırladım.

"En son babamın doğduğu Gürcistan"ı ziyaret ettim. Benim için heyecan verici, zevkli bir seyahatti. Birkaç yıl önce kız kardeşim Ayda"nın doğduğu kent olan Selanik"e gitmiştim. Selanik"in son hali çok hoşuma gitmedi. Annemin doğduğu yeri (Adapazarı) görmek için fazla zamanım kalmadı. Hacı Bekir"e gitmek, o unutulmaz tadı tekrar yaşamak, küçük lokantaların mutfaklarına girmek istiyorum."

Başta Charles Aznavour"a, Sarajevo"da karşılaştığım işadamı Sarkis"e ve Beyrut"ta bize annemizin mutfağını aratmayan Vartakhatun hanımefendiye çağrıda bulunuyorum.

Bizler ortak öykülerin insanlarıyız. Yeni öyküler oluşturmalıyız, gelecek nesillere bırakmak için. Charles Aznavour"u şehrime Adapazarı"na davet ediyorum. Konuğumuz olması bizleri memnun edecektir.

Ben gurbettekinin hasretini bilirim

10 yıl önce
Ben gurbettekinin hasretini bilirim
Şey işte, bildiğin şey
Kalem düşmanın elinde
FETÖ ihmale gelmez!
İslâmî hareketten kavramlar savaşına…
Yaşama Sanatı ve Sinema