|
Kırılma (1)

Bu yazının gâyesi, Filistin’de yaşanan trajediye ışık düşürmektir. Orada yaşananlar, eğer bâzı iyimser beklentiler doğrultusunda daha fazla büyümeden sona erse de; kötümserler kulübünün öngörüleri doğrultusunda büyüse de fark etmeyecektir. Modern insanlık târihinde, eşi benzeri olamayan bir kırılma yaşadığımız âşikâr. İki bölüm hâlinde bu kırılmanın bir değerlendirmesini yapmak istiyorum.

Gerek kadim gerek modern siyâset, nihâyette sistemik bir denge işidir. Bu denge, bir örüntü (pattern) olarak siyâsetin devamlılığı için asgarî bir şarttır. Meselâ kadim siyâset açısından adâlet tam da bunu ifâde eder. Adâlet çift taraflıdır. Devlet ve onu idâre eden siyâsal seçkinler, teb’a için can, mal, ırz husularında emniyeti sağlamak, kan dâvâlarını nihâyetlendirmekle yükümlüdür. Kontrolü sağlamak husûsunda ise kırmızı çizgi keyfîlik ve zulümdür. Bir iktidârın meşrû olabilmesinin, inandırıcılık ve otorite sağlamasının asgarî şartıdır bu. Buna mukâbil tebâ da, veri hiyerarşik iş bölümünü kabûl edecek, iktidârların sâhasına müdâhil olmayacaktır. Denge tam da bu noktada sağlanır. Aksi takdirde, tâbiyet tartışmalı olur. Kadim isyân târihlerinde hep bu dengenin bozulmuşluğu belirleyici olmuştur.

Modern siyâsette, tablo farklı değişkenlerin devreye girmesiyle seyreder. Siyâsal iktidârların meşrûiyeti veyâ tâbiyet başka şartların varlığına bağlı hâle gelmeye başlamıştır. Artık siyâsal toplum veyâ ulus olarak anılmaya başlamış olan modern teb’anın yükümlülüklerinin neler ve ne kadar kadar olacağı, bireyler ve sınıflara âit hak ve özgürlüklerin sâhası ile dengelenme şartına bağlanmıştır. Buna ilâveten devlet ve onu idâre eden siyâsal seçkinler ile ulus arasındaki bu denge, adına kurucu yasa denilen metinler ile kayda geçirilmiş; bu sûretle garantiye alınmıştır.

Aslında, sistemik siyâsal dengelerin ömrünü tâyin eden meselenin bir kaynak meselesi olduğunu anlamak çok da zor değildir. Sâhip olunan kaynaklar sağlama alınmış ise denge devâm eder. Hele hele bu kaynaklar belli bir zamân periyodunda arttırılabilir mâhiyette ise sistemik işleyişler devâmlılık sağlar. Bu çerçevede kadim dünyâ için söylenebilecek olanlar mahduttur. Toprak ile suyun buluşmasına bağlı olan verimli ziraat alanlarının ve dünyâ ticâret dolaşımını sağlayan ticâret yollarının kontrolü, vergi toplama becerisi birincil derecede mühimdir. İkincil olarak fetihler görece kapasite arttırımı sağlar. Ama zirâî medeniyette bunlar kelimenin semantik mânâsını tam olarak karşılar mahiyette iktisâdî; yâni mahduttur. Veri döngüler üzerinden tabiatın süprizleri zirâî üretimi geriletir,ticâret dolaşımı aksar, yayılma (fetih) imkânları ortadan kalkarsa sistem krize girer. Bunun neticesinde devletler açıklarını kapatmak için iç sömürüyü derinleştirir, ceberrutlaşır. Bu da sistemi taşıyan moral ilkelerin aşınmasıyla tezâhür eder. Yolsuzluk, rüşvet, irtikap, mahallî sömürü yaygınlaşır. Bu da sayısız istikrarsızlılara, isyanlara yol açar ve sistemik bir çöküş başgösterir.

Modern dünyâda da kaynak ve onun dağılımı eş derecede belirleyicidir. Lâkin biliyoruz ki modern dünyâ iktisâdî değil, ekonomik değerler üzerine oturur. Tabiat kontrol altına alınmış, tabiata bağımlılık ortayan kalkmıştır. Sınâî yapılanmalar üzerinden kârın maksimizasyonu iştahları kabartır. Modern talanlar, kadim talanlardan çok daha küresel ve çok daha vahşidir. Vahşeti gözlerden saklamak adına yoğun bir entelektüel faaliyet başlar. Yeni medeniyet telâkkisi ve iddiası, talanı yapan odaklar tarafından kıskanç bir şekilde tekelleştirilir. Modern bilim, araçsal akıl, teknoloji gibi talanı organize eden “değerler” yüceltilir. Bunların hakkını veren hâkim coğrafyaların toplumları kültürel olarak vaftiz edilir. Talan edilen ve bu değerlerden mahrum olan topluluklar ve coğrafyalar ise lânetlenir. Tam bir yanılsa(t)ma; paralaks ilişkisidir bu. Esasta vahşîleşenler medeniyet koltuğuna oturur; vahşete mâruz olanlar ise vahşî, geri olarak etiketlenir. Bununla da kalmaz iki marjinal süreç buna eklemlenir. İlk olarak “medenî değerler”, merkezden kenara doğru ihrâç edilir. Sayısız zavallı toplum, kendisini kurtarmak adına, bu değerlere ulaşmaya nâfile uğraşır. Onlar gibi sanayileşmek, kalkınmak, refaha ermek ister. Hâlbuki bu çok defâ imkânsızdır. Çünkü, yukarıda işâret edildiği üzere herşey kaynak meselesidir. Eksik kaynaklarla -burada sermâye birikiminden bahsediyorum- bu işi başarmak imkânsızdır. “Onların” başarısı ise zâten dünyânın kaynaklarını hortumlamakla sağlanmıştır. Bu şartlarda bağımlılıklar derinleşir, yeni kölelik türleri zuhûr eder. Burada ikinci süreç devreye girer. Bu bağımlılıklardan birisi de, “medenîlerin”, hortumlamadıkları dünyâ artığını iç transferler yoluyla kendi toplumlarında bölüşüme sokmaları ve bunun ekonomik, siyâsal, hukûkî nimetlerini üretmeleridir. Demokrasi, insan hakları, özgürlükler süreci taçlayan kavramlardır. Bu nimetler, F.Fanon’un acı ve keskin nitelendirmesiyle “Yeryüzünün Lânetlileri”nde yeni kompleksler doğurur. Bilhassa medenî dünyâ ile avamdan çok daha fazla temasta olan entelijensiyalarda kendisini gösterir. Bir İsveç demokrasisi kendi memleketlerinde neden yoktur diye kahırlanırlar. Bu arada, kendi toplumlarının GSMH’sı ile İsveç’in GSMH’sı arasındaki farka bakmazlar.. Lânetleme furyasına onlar da katılır. Bu durumdan Rönesansı olmayan, Aydınlanma’dan nasibini alamamış, felsefesi olmayan, bilimsel ve akılcı düşünemeyen kendi toplumlarını, kültürlerini mes’ul tutarlar. Sonu gelmez kahır mektupları kaleme alırlar. Bahaneleri de fenâ değildir. Çünkü çarpık etkileşimlerden nasibini alan, örselenmiş, deforme olmuş, gelenekselliği de artık hayli tartışmalı hâle gelmiş geleneksel çevrelerin kaba saba tepkileri o kahır mektuplarının değişmez sermâyesidir.

Devâm edeceğim..

#Filistin
#Toplum
#Süleyman Seyfi Öğün
7 ay önce
Kırılma (1)
‘Mutlaka döneceğiz’ ya da Nekbe’dir yaramızın adı
O güne geri dönmek
‘İletişim aklı’
Bir sen bir ben bir de aile
Deprem gerçeği, ekonomi güvenliği ve TOBB Genel Kurulu’ndan yansıyanlar