|
Allah insanın ne yapacağını bilmez mi? (II)

Geçen hafta Abdulaziz Bayındır"ın "Allah insanın gelecekte ne yapacağını bilmez" iddiasının aklî/kelamî gerekçesi üzerinde durmuş, tabiatıyla meseleyi kelam zemininde değerlendirmiştim. Bu hafta iddiasına gerekçe saydığı ayetleri değerlendirerek meseleyi somut Kur"an ayetleri üzerinden irdelemeye çalışacağım.

Daha önce de belirttiğim gibi Bayındır iddiasına mesned olarak Al-i İmran, 140-142; Tevbe, 16; Hadîd, 25. ayetleri gösteriyor. Bu konuda benzer anlatıma sahip başka ayetler de var. İlgili ayetlerdeki ortak ifadede, Yüce Allah"ın insanların işlerine dair bilgisi ilgili işlerden sonra oluşuyormuş gibi görünüyor. Bir bakıma "siz yapın da Allah bilsin" buyruluyor. Mesela bu ayetlerden birinin meali şöyle: "Yoksa Allah içinizden cihad edenleri ve sabredenleri bilmeden (görmeden) cennete gireceğinizi mi sandınız?" (Al-i İmran, 142)

Bayındır bu ayetlerden düz mantıkla şu sonucu çıkartıyor: Yüce Allah henüz cihad olmadan kimin cihad edeceğini bilmez. Ne zaman cihad olur biter, ancak o zaman kimin cihad ettiğini bilir.

Bayındır ilgili ayetleri ileri sürerek Yüce Allah"ın bilgisini sınırlayan bu son derece cüretli iddiayı ortaya atmadan önce kendisine şu soruları sormalıydı:

a- İlgili ayetler kesin ve net biçimde "Allah insanların ne yapacağını bilmez" anlamına geliyor mu? Arap dili ölçülerinde bu ayetleri başka türlü anlamak mümkün değil mi?

b- Kur"an"da doğrudan Yüce Allah"ın ilmini konu edinen ayetler nelerdir? Bu ayetler iddiamı destekler mi?

c- İlgili ayetlerden böyle bir sonuç çıkardığımda başka ayetlerle çatışmış olur muyum? Bu konuda Kuran"ı yeterince inceledim mi?

Bayındır bu soruları pek önemsemiş görünmüyor olsa da sağlıklı bir okuma yapabilmek için bu soruların cevaplanması gerekiyor.

İlk soru; geçen yazıda da işaret ettiğim gibi ilgili ayetlerde yer alan bilmek fiili önceden bilinmeyen bir şeyi bilmek yani "öğrenmek" anlamında değildir. Dolayısıyla bu ayetlerden Yüce Allah"ın ilgili hususları önceden bilmediği sonucu çıkartılamaz. Buradaki bilmek fiilini "öğrenmek" dışında başka manalar düşünerek de anlayabiliriz, buna hiçbir engel yok. Mesela buradaki bilmeyi görmek diye anlayanlar olmuştur. Bilmek, görmek ve şahit olmak gibi fiiller birbirlerine yakın anlamlıdırlar. Arap gramerinde de ortak fonksiyona sahiptirler ve zaman zaman birbirlerinin yerlerine kullanılırlar. Söz gelimi Fil suresinin ilk ayetinde geçen "Rabbin fil ashabına ne yaptı, görmedin mi?" cümlesindeki "görmek" fiili "bilmek" anlamında kullanılmıştır. Efendimiz Fil hadisesinden yaklaşık iki ay sonra dünyaya geldiğinden bu hadiseyi görmemiş, ama her Arap gibi görenlerden dinleyerek bilmiştir. Burada nasıl görmek fiili bilmek anlamındaysa konumuzla ilgili ayette de bilmek fiili görmek anlamındadır. Dolayısıyla ayetin manası, "Allah sizden cihad edenleri ve sabredenleri görmedikçe…" şeklindedir. (Râzî, et-Tefsiru"l-kebîr) Dolayısıyla bu ayetler insanların ne yapacaklarını da içine alan ilahi bilginin ezeliliği prensibiyle çelişmez.

İlgili ayetlerdeki bilmek fiilini "müşahede yoluyla bilmek" şeklinde anlamak de mümkün. Önceden sadece hakkındaki haberler aracılığıyla bilinen bir şeyi daha sonra bizzat görerek/müşahede ederek bilmek mümkündür. İkinci bilme birinci bilmeyi geçersiz kılmayacağından ilgili yerlerde Bayındır gibi "önceden bilmiyordu, yeni bildi" diye düşünmek yersizdir.

Meşhur Arap dil ve edebiyatçısı İmam Nehhâs ilgili ayetteki bilmek fiiline bu anlamı verir. Bunun da Kur"an"da birçok örneği vardır. Mesela Enam, 67; Nahl, 55; Sad, 88. ayetlerdeki bilmek fiili bu anlamdadır. Bu ayetlerde kâfirlerin ölüm ve sonrasıyla ilgili haberleri yakında bilecekleri belirtilerek bir tür tehdite yer veriliyor. Kâfirlerin yakında bilecekleri belirtilen ilgili haberleri daha önce peygamberler kendilerine bildirmiş, bu konu hakkında yeterince bilgi sahibi olmuşlardı. Nitekim hiçbiri Yüce Allah"ın huzurunda "biz bilmiyorduk" diyerek kendilerini mazur gösterme hakkına sahip değil. Buna rağmen Kur"an "yakında bileceksiniz" diyor. Demek oluyor ki burada Bayındır"ın anladığının aksine önceden bilinmeyen bir şeyi yeni bilmek/öğrenmekten değil, önceden işitme yoluyla/gıyaben bilinen bir şeyi, daha sonra ayan beyan, müşahe ederek bilmekten söz ediliyor.

Konuştuğumuz ayetlerin tefsirinde İmam Matürîdî de bu anlamı tercih eder. Şu halde bu ayetler Yüce Allah"ın ezelde gayben bildiği cihad ve sabr edenleri, cihaddan sonra müşahedeyle bileceğini belirtmektedir. (Nehhâs, Maâni"l-Kur"an; Matürîdî, Tevilât"ül-Kur"an) Ezeli olan birinci bilgidir, ikincisi birincisinin taallukudur ve hadistir.

Tefsirlerde ilgili ayetlerdeki bilmek fiiline "seçip ayırmak", "insanlara bildirmek" gibi başka anlamlar da verilmiştir, ama söz uzamasın diye bunlara girmiyorum. Özellikle yukarıda yer verdiğim anlamlar gerek Arap dilinin verileri bakımından gerek Kur"an"daki diğer örnekleri bakımından gayet tatmin edicidirler. Bayındır"ın bu seçenekleri görmezden gelerek bilmek fiiline doğrudan öğrenmek anlamı vermesini peşin hükümlülükten başka bir şeyle izah edemiyorum.

İkinci soruya gelince, Yüce Allah"ın ilmine dair böyle iddialı bir söylem ortaya atan birinin asıl öne alması gereken ayetler, esmâ-sıfat ayetleri sadedinde ilahî ilmin kuşatıcılığını bildiren ayetler olmalıydı. Burada rakamlarını veremeyeceğim kadar çok olan "Allah her şeyi bilir" ve "Allah her şeyi kuşatmıştır" mealindeki ayetleri sadece hatırlatıp geçiyorum. Bayındır"ın bu ayetlerdeki "herşey"e sınır getirebilmesi için elinde ileri sürdüğünden çok daha açık ve kesin deliller olması gerekirdi.

Sadece bunlar değil, insanın gelecekte ne yapacağı/ne olacağı hususu gaybdır ve Allah"ın gaybı bildiğini ifade eden ayetler (Örnek için bkz., En"am, 59; Yunus, 20; Neml, 65) bu hususun da ilahi bilginin sınırları dahilinde olduğunu göstermektedir. Hatta bazı ayetlerde gaybın bütün çeşitlerine işaretle Yüce Allah"ın "gaybleri" bildiği ifade edilmektedir. (Maide, 109)

İnsanın ne yapacağı/ne olacağı hususunun gayb olduğu bir başka ayette şu şekilde ifade edilir: "Allah, müminleri (şu) bulunduğunuz durumda bırakacak değildir; sonunda murdarı temizden ayıracaktır. Bununla beraber Allah, size gaybı da bildirecek değildir." (Al-i İmran, 179)

Ayetteki son cümle aramızda kimin temiz kimin murdar olduğu hususunun gayb olduğunu gösteriyor. Demek oluyor ki, ileride işleyeceği günahlarla murdar olduğu ortaya çıkacak olan kimseleri Yüce Allah daha baştan biliyor. Ama Bayındır"a sorarsanız Yüce Allah bu kimseleri baştan bilemez, çünkü bu ilahî adalete gölge düşürür.

Hatta Bayındır sırf bu gerekçeyle Mekke"de indiği rivayetlerle ve ittifakla sabit olan Tebbet suresinin Ebu Leheb"in ölümünden sonra yani Medine"de nazil olduğunu söyleyerek tarihte bir ilk olmayı başarmıştır. Oysa erken dönem siyer kitapları, Ebu Leheb"in karısı Ümmü Cemil"in bu sureye hiddetlenerek eline taş alıp Efendimiz"i aradığını, bu sırada Kabe"nin yanında Hz. Ebubekir"le karşılaştığını, ama mucizevi biçimde onunla beraber oturan Efendimiz"i göremediğini anlatır. (Sîretü İbn-i Hişam)

Bu arada Bayındır"a sormak lazım, Ebu Leheb"in Bedir"den sonra öldüğü kaynaklara geçmiş. Buna dayanarak Tebbet suresi Medine"de nazil olmuştur diyebiliyorsunuz. Ama gözden kaçırdığınız bir nokta var; aynı surede hanımı Ümmü Cemil"in de cezalandırılacağı anlatılıyor. Size göre ilahi adalet gereği surenin sadece Ebu Leheb değil, Ümmü Cemil"in de ölümünden sonra nazil olması gerekir. Peki, Ümmü Cemil ne zaman ölmüştür? Buna dair kaynaklarımızda bilgi yok. Bu şu demek, Ümmü Cemil"in Efendimiz hayattayken öldüğünden emin değiliz. Sizin belirlediğiniz ölçüte göre Ümmü Cemil"in ne zaman öldüğünü tespit etmedikçe Tebbet suresinin Efendimiz hayattayken inmiş olduğundan, bir diğer ifadeyle Efendimiz"e inmiş bir sure olduğundan emin olamayız.

Burada sadece örneklerine yer verdiğim bu ayetlerle Bayındır"ın iddiası yan yana getirildiğinde bir çatışma olduğu açık. Bayındır"ı bilmem, ama onun görüşlerinden etkilenen kimseler varsa bu tablo karşısında bir seçim yapıp çelişkiyi aşmalılar.

Üçüncü soruya gelecek olursak, aslında yukarıda yer verdiğim ayetler bu soruya da büyük oranda cevap teşkil ediyor. Bunlara Bayındır"ın hesaba katmadığı başka ayetler de ekleyebiliriz. Mesela Tevbe suresi 94, 95 ve 96. ayetlerde; keza Fetih suresi 11 ve 15. ayetlerde Yüce Allah münafıkların/bedevilerin ne yapacaklarını, ne diyeceklerini çok net biçimde önceden bildiriyor. Bayındır"ın iddiasıyla uzlaştırılması mümkün olmayan bu ayetler, iddianın yeterli bir Kur"an okuma faaliyetine dayanmadığını gösteriyor.

Sonuç, hadisleri ve birçok itikadî meseleyi Kur"an namına reddeden bir ilahiyatçının böyle esaslı bir konuda Kur"an"la kurduğu temas buysa durum sandığımızdan daha da vahim görünüyor.

Bayındır"ın bu son çıkışı şu acı gerçeği tekrar gözler önüne seriyor, Kur"an"a ferdî ya da ideolojik ön yargılarla yaklaşanlar, bir şeyi yaparken diğer birçok şeyi yıktıklarının farkında değiller. Mesela gereksiz bir işgüzarlıkla kader meselesindeki mevhum problemi çözeceğim diye önüne çıkan ilk birkaç ayetten tantanalı söylemler üretenler, bunu yaparken Allah"ın yüceliği, ulûhiyeti ve genel olarak tevhid ilkesinin sınırlarını çiğneyen ölçüsüz yorumlara saplanabiliyorlar. Hümanist kader anlayışı uğruna tevhid ilkesiyle çok rahat karşı karşıya gelebiliyorlar. Oysa düne kadar sûfî çevreyi tevhid gerekçesiyle şirkle itham edenler de yine kendileriydi.

Ayrıca ortada açık bir usul yanlışı da var; Yüce Allah"ın ne olduğunu, saf bir idrakle doğrudan vahiyden öğrenmek yerine, bizim ne olmamız gerektiği ilkesiyle belirlemeye kalkışıyorlar. Gerçekte Yüce Allah"ın ne olduğundan çok bizim ne olduğumuzla ilgili olmalılar ki, özgürlüğümüz gerekçesiyle Yüce Allah"ın ilmini sınırlamakta bir beis görmüyorlar. Ama bizim ne olmamız gerektiği sorusunun cevabına neyin kaynaklık ettiği hususu son derece muğlak. Vahiy mi, modern paradigma mı, bu konuda hala tatmin edici bir cevap verebilmiş değiller.

11 yıl önce
Allah insanın ne yapacağını bilmez mi? (II)
Evet sokağa çıkamayacak hale geleceksiniz!
Batı’da İsrail spiritüel bir tutkuya dönüştürüldü...
Din savaşı
13 şehit
İstanbul’da bir Yemenli âlim: Abdülmecid el-Zindanî