|
İsrail sorunu ve diplomasi

Bir gün Hitler’e sorulur; “Almanya’nın sınırları nerede başlar, nerede biter” diye. Hitler cevaben; “Almanya’nın sınırları askerlerimin gidebileceği yer kadardır” der.
Katı bir ideolojik görünüme sahip olan ve liderin merkezde olduğu Nasyonal Sosyalist Almanya’nın irredantist bir politika izlemesinin 2. Dünya Savaşı’nda ne tür hezimetlere yol açtığı ortada. Son günlerde İsrail terörünün ve İsrail eliyle yürütülen sistematik soykırımın Nazi Almanya’sı ile benzerlikleri üzerine çeşitli tartışmalar yapılmaktadır. Bu tartışmalarda çok fazla dikkat çekilmeyen bir konu ise Almanya’nın o dönemki yayılmacı politikalarının dünya siyasetinde ortaya çıkarttığı sorunlar. Bu nedenle o döneme ve işgalci siyasetin yarattığı krizlere odaklanarak karşılaştırma yapmak İsrail sorununun anlaşılmasına da katkı sağlayacaktır.
7 Ekim’den bu yana İsrail’in Filistin’e yönelik saldırılarının kesintisiz biçimde sürdürülmesi yeni tartışmaları da beraberinde getirdi. Özellikle son dönemde, İsrail’in sadece Filistin değil bölgesel açıdan da bir tehdit olduğu gerçeği sıklıkla dile getirilmektedir. Nitekim İsrail’in
vadedilmiş topraklar üzerinden kurguladığı ve teolojik gerekçelerle şekillendirdiği işgal siyaseti,
bölge ülkeleri açısından önemli riskler içermektedir. Bu konunun son dönemde sıklıkla gündem olmasını önemseyen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın İslam İşbirliği Teşkilatı toplantısı öncesindeki uyarıları çarpıcı idi. Erdoğan’ın “Ülkemiz topraklarını da içeren vadedilmiş topraklar hezeyanıyla nükleer silah kullanma tehditleriyle sabrımızı zorluyorlar” şeklindeki ifadeleri, 1930’larda başlayan ve Yahudi terör örgütleri marifetiyle sürdürülen terör ve tehdiş siyasetinin, bugünkü konumuna ilişkin ciddi uyarılar barındırmaktadır. Tahrif edilmiş bir dini metinden hareketle kendi eylemlerine meşruiyet kazandırmaya çalışan devlet aklının bugünkü konumu, bir İsrail sorunu olduğu gerçeğini kabul etmemiz gerektiğini göstermektedir. Son dönemdeki gelişmeler ve İsrail’e yönelik güçlü bir yaptırımın söz konusu olmaması bölge ülkelerinin üzerinde düşünmesi gereken bir konu. Öyle ki binlerce yıllık Filistin toprağının terör ve işgal siyasetiyle tedrici olarak el değiştirmesi, İsrail’in bütün bölge açısından benzer tehditleri üretebileceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir.

Cinnet Hali

Son günlerde sivil yerleşim yerleri başta olmak üzere BM’ye ait olan okul ve kampları bombalayan İsrail, savaş hukukunu çiğneyen bir cinnet hali ile davranmaktadır. Devlet aklının askıya alındığı İsrail yönetiminde, Filistin’e yönelik ablukaların sürdürülmesi bölge halkının bir yandan da açlıkla mücadele sorununu ortaya çıkartmaktadır. İsrail Lobisi kitabıyla tanıdığımız ünlü Uluslararası İlişkiler Profesörü John Mearshimer’ın da ifade ettiği gibi, İsrail Gazze’de çok sayıda sivil insanın öldürülmesine neden olan devasa bir cezalandırma kampanyası yürütmektedir. İsrail’in Gazze’ye giden bütün yiyecek ve suyu engellediği ve enerji kesintilerine neden olmasını açık bir savaş suçu sayan Mearshimer, İsrail’in amansız bir politika yürüttüğünü ifade etmektedir. Enerji kesintilerinin neden olduğu problemlerin hastane küvezlerindeki bebeklerin ölümüne yol açması, vurulan hastanelerin sağlık hizmetleri verememesi gibi acı gerçekler, İsrail’in savaş suçu işlediğinin en somut göstergeleri.

Bugün gelinen noktada bir İsrail sorunu olduğu ve bu sorunun tek müsebbibinin de İsrail olmadığı gerçeğini bilmeliyiz. Bütün çağrılara rağmen İsrail’in topyekûn cezalandırma stratejisine Batılı devletlerin herhangi bir biçimde müdahale etmemesi, Batı’ya ilişkin sorgulamaları da artırdı. İrlanda ve İspanya gibi ülkelerin yanı sıra İngiltere’de Jeremy Corbyn ABD’de Bernie Sanders gibi siyasetçileri paranteze aldığımızda Batılı devletlerin neredeyse bir bütün olarak İsrail sorununa katkı sağladıkları açık. İnsan hak ve özgürlükleri konusundaki prensiplerin asgariye alındığı ve bir tür istisna hali yaratılarak her türlü eylemin meşrulaştırıldığı bir kurumsal siyasetin Batı açısından üreteceği tehdit aşikar. Nitekim istihbarat belgelerine de yansıyan Batı’nın bölgede bir neslin inancı ve güvenini kaybettiği ve Batı’ya yönelik öfkenin arttığı gerçeği bu durumu teyit etmektedir.


Türkiye ve Diplomasi

7 Ekim’den bu yana artışa geçen İsrail saldırılarını sonlandırmak için çeşitli diplomatik adımlar atıldı. İlk etapta Rusya’nın BM’deki insani ateşkes çağrısı ve sivil ölümleri kınayan tasarısı ABD, İngiltere, Fransa’nın başını çektiği ülkeler tarafından reddedildi. Sorun çözme noktasında hiçbir inisiyatif almayan Batılı devletler, İsrail’in saldırılarını durdurabilecek mekanizmaları da işlevsiz hale getirdi. Son süreçte çözüm üretme noktasında bütün kanalları çalıştırmaya çalışan Türkiye’nin pozisyonu kendisini pozitif ayrıştırmaktadır. Türkiye’nin ilk günden bu yana diplomatik ilişkiler üzerinden ortaya koyduğu performans, sorunun çözümünü mümkün kılmasa da önemli tartışmaların yapılmasına vesile olmaktadır. Nitekim Bloomberg’de yayınlanan bir analizde, Gazze krizinin çözümü olarak Türkiye işaret edilmiş ve Biden’ın Erdoğan ile görüşmemesi eleştirilmiştir. Biden’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan ile daha fazla zaman kaybedilmeden görüşmesinin sorunun çözümünde önemli olacağının vurgulanması, Türkiye’nin önemini açık biçimde göstermektedir. Bu bağlamda Türkiye’nin hemen her platformda dile getirdiği garantörlük konusu, çatışmanın sonlandırılması ve tarafların bir masa etrafında toplanarak çözüm önerilerini dile getirebileceği bir düzlemin tesisi açısından hayati olacaktır.

#Politika
#Gazze
#İsrail
#Turgay Yerlikaya
6 ay önce
İsrail sorunu ve diplomasi
‘Mutlaka döneceğiz’ ya da Nekbe’dir yaramızın adı
O güne geri dönmek
‘İletişim aklı’
Bir sen bir ben bir de aile
Deprem gerçeği, ekonomi güvenliği ve TOBB Genel Kurulu’ndan yansıyanlar