|
Yasa ve toplumsal meşruiyet: 6-8 Ekim davası

2010 Aralık ayında Tunus’ta başlayan ve kısa sürede bütün bölgeye yansıyan demokratikleşme talepleri, ilgili coğrafyanın bütününde aynı sonuçları ortaya çıkartmadı. Tunus’ta Zeynel Abidin Bin Ali ve Mısır’da Hüsnü Mübarek gibi isimlerin uzun süreli otoriter yönetimleri, geniş katılımlı toplumsal hareketlerin ardından yerini demokrasi şenliğine bırakmış ve haysiyet mücadelesi veren kitlelerin talepleri gerçekleşmiştir. Fakat aynı sonuç Suriye için söz konusu olmamış, rejimin katı ve dışlayıcı pratiklerinin yanı sıra Rusya ve İran gibi bölgesel aktörlerin de müdahalesiyle uzun sürecek bir iç savaş ortamı söz konusu olmuştur. İç savaştan kaynaklı çatışmaların yanı sıra her iki ülke ve ABD’nin de sürece dahil olması, istikrarsızlığın artmasına neden olmuş ve devlet dışı aktörler de varlıklarını tahkim etmiştir.

DAEŞ ve PKK’nın türevi YPG’nin varlığı kısa süre içerisinde Türkiye açısından da bir tehdit üretmiş ve Türkiye hem sınır güvenliği hem de ülke içerisinde ciddi güvenlik risklerine maruz kalmıştır. Tam bu ortamda, DAEŞ’in Aynel Arab bölgesine genişlettiği çatışmayı gerekçe gösteren PKK, 6-8 Ekim tarihlerini kapsayan bir çağrı yapmış ve terör örgütü sempatizanları ile militanlarını sokağa dökerek Türkiye’nin güvenliğini hedef almıştır.
Sokakları terörize ederek istedikleri sonuca ulaşmaya çalışan PKK’ya ek olarak söz konusu sürece destek veren HDP’li siyasetçiler, bölgedeki terörün yayılmasında etkili olmuş ve uzun süre unutulamayacak sosyal ve politik travmaların yaşanmasına neden olmuşlardır.

6-8 Ekim’in Bilançosu
6-8 Ekim’in hemen öncesinde PKK’nın çağrısı ile terörize edilen sokaklar, sadece siyasal alanda değil sosyolojik boyutlarıyla da önemli dramlara sahne oldu.
Yasin Börü ve arkadaşları üzerinden hafızalara kazınan bu süreç, demokratikleşme paketleri ile sosyo-politik sorunları çözmeye yönelik adımları da silikleştirmiş ve siyasetin alanını daraltan sonuçlar üretmiştir.
Benzer bir eğilimi 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında da sürdüren HDP’li siyasetçiler, terör örgütü ile aralarına mesafe koyma tercihini paranteze almış ve Suriye’deki kantonlaşma sürecini Türkiye’ye taşımak istemişlerdir. Yüzlerce polis ve askerin şehadetine neden olan bu sürecin uzunca bir süredir inşa edilmeye çalışılan mutabakat zeminini de ortadan kaldırdığı bir gerçek.

Her iki süreçte de başta Demirtaş olmak üzere birçok siyasi figür, nihai olarak örgütten bağımsız bir siyaset alanı inşa etmemiş hatta örgüte eklemlenerek Türkiyelileşme sürecini sabote etmişlerdir. Devletin “Kürdistan’da hiçbir meşruiyetinin kalmadığı” gerekçesiyle devrimci halk savaşı ilan eden terör örgütüne siyasetin bu denli angaje olması, terörün yarattığı tahribatı artıran bir etki oluşturmuştur. Her iki süreçte de sokağa çıkma yasağına uyulmaması gerektiğini ifade eden siyasetçilerin tavrı, onlarca insanın hayatını kaybetmesi ve yüzlerce şehit verilmesine neden olmuştur.


6-8 Ekim Davası ve Toplumsal Meşruiyeti
Bugün 6-8 Ekim olayları ile ilgili mahkeme sürecini ve sonuçlarını yasa ve toplumsal meşruiyet üzerinden değerlen-dirdiğimizde, geniş toplumsal kesimlerde adaletin tesis edildiğine ilişkin yaygın bir kanı söz konusu
. Fakat davanın siyasi bir dava olduğu iddiası üzerinden sürece yönelik eleştirilerini dile getiren bazı politikacılar, normalleşme sürecine yönelik beklentileri doğru okuyamamaktadır. Her ne olursa olsun normalleşme ya da yumuşama süreci, yürüyen ya da kesinleşen davalarla ilgili bir beklentiyi gündeme getirmemeli. Uzunca süredir yapılan yargının siyasallaştığı eleştirilerinin dikkate alınması gerekliliği bir kenara, söz konusu yargılamalara ilişkin beklenti ya da hüküm uygulanan bazı davalara ilişkin davaların yeniden görülmesi talebi, maşeri vicdanı rahatsız etmekte ve siyasetin alanına ilişkin eleştirileri artırmaktadır.

Yine söz konusu politikacıların Demirtaş ve yargılamaya konu olan HDP’li siyasetçileri Yasin Börü ile ilgili herhangi bir ceza almaması üzerinden meşru bir aktör olarak konumlandırma çabaları dikkate değer. Önemli ölçüde toplumsal bir infiale yol açma ihtimali de olan bu tür süreçleri, belirli dönemlerde gerçekleştirilen siyasi mutabakat ya da uzlaşılar üzerinden anlamlandırmaya çalışmak, Türkiye’nin demokratik gelişimi açısından ciddi bir risk taşımaktadır. Mahkeme kararlarına ilişkin eleştirel bağlamı aşan bu tür siyasi yorumların söz konusu uzlaşılar üzerinden bir diyete karşılık gelip gelmediği tartışması ise bambaşka bir soruna işaret etmektedir.

28 Şubat ile ilgili Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yasadan kaynaklı tercih kullanımı ve af süreci sonrasında artan beklentileri birtakım davalar üzerinden sürdürme arayışı, hukuk ve toplumsal meşruiyet açısından da ciddi sorunlar üretmektedir. Türkiye’nin kritik süreçleri ile ilgili davaları siyasi bağlamlar üzerinden değerlendirme gayreti, normalleşme tartışmalarının ne denli gerçekçi olup olmadığını da göstermektedir. Özellikle terörle mücadele konusunda normalleşme beklentilerinin maksimalist talepler üzerinden zehirlenmesi, yumuşamadan ziyade siyasetin alanını daraltan bir yaklaşıma karşılık gelmektedir.
Son dönemde yine aynı beklenti içerisinde olan aktörlerin yakın dönemde güvenlik
bürokrasinin terörle mücadelede kat ettiği mesafe ve dönemle ilgili yeni taleplerde bulunması, bir tür talep
maksimizasyonuna
işaret etmektedir. Bu dönemi ve dönemin en önemli aktörlerini
kriminalize ederek bir diyet ödenmesini talep eden bu yaklaşım, yumuşamadan ziyade bir rövanşa işaret etmektedir.
Bu tür süreçlerde Cumhur İttifakının stratejik ekseni ve yaklaşımının sürdürülmesi ve buna yönelik her türlü siyaset dışı müdahalenin bertaraf edilmesi büyük önem taşımaktadır.
#Terör
#Yasin Börü
#PKK
#DEAŞ
#Turgay Yerlikaya
24 gün önce
Yasa ve toplumsal meşruiyet: 6-8 Ekim davası
Gündemi yönetme gücü
Pîr-i Türkistan ve dünyaya açılan kapı
Peygamberî çağ/rı varolmadan aslâ!
Lozan’ın sesi Bağdat’tan gelir
Zülüflü Baltacılar Koğuşu'nda...