Mekke’nin ilk yıllarında müşrikler müminlere her türlü hakareti yapmaktadırlar. Ama Allah muhtemelen bir taktik icabı müslümanların onlara fiili karşılık vermelerini, onlarla vuruşmalarını yasaklamıştı. Sinirlerine hâkim olamayanlar çıkmaya başlayınca da elçisine şu uyarıda bulundu.
Yani o saldırganları bağışlasınlar, duymazlıktan gelsinler, karşılık vermesinler demek isteniyordu.
Bu emirle onların bu saldırılara sabretmeleri istendi. Oysa bu durumun sürekli böyle kabul edilmesi ne hukuka ne de vicdana sığar.
Nihayet müslümanlar güçlendi, küresel güç oldular, bu sebeple de müfessirlerin çoğu bu ayeti mensuh, yani savaş ayetleriyle hükmü kaldırılmış olarak gördüler. Hatta Taberi bu konuda icma olduğunu bile söyledi. Çünkü müslümanlar güçlendikten sonra saldırganlara cevap vermemelerinin makul bir izahı olamazdı.
Bir ayeti mensuh sayma da tarihselliğe benzetilebilir. Ama aralarında şöyle derin bir fark vardır: Mensuhtur diyenler, anlamları uzlaştırılamayacak başka bir ayetin onun yerini aldığını söylerler. Tarihselciler ise önceki ayeti kendi içtihatlarıyla hükümsüz kılarlar.
Müminler ahirete iman etmeyenleri cezalandırmaya kalkmasınlar, onlar bu suçun cezasını bilemezler. Onu ancak Allah bilir ve zamanı geldiğinde de verir. Ya da zayıf oldukları anlarında ihkak-ı hakta bulunmasınlar. Görüldüğü gibi bunlar her zaman geçerli hükümlerdir. O halde burada nesih olmadığı gibi, tarihselciliğe sığınmayı gerektirecek bir durum da yoktur. Aksine bu yorumu yapanları böyle düşünmeye zorlayan şey, kendilerinin yaşadıkları tarihselliktir. Yani tarihsel olan ayet değil onu yorumlayanların yaşadıkları haldir.