|
Bir göç ve göçmen öyküsü...
Türkiye göçmenlerin ülkesidir.

Kurtuluş Savaşı sonrası yapılan nüfus sayımları ve sayım değerlendirmeleri, 9-10 milyonluk Müslüman nüfusun yarıya yakınının,

(Kürtler dışında) kök ya da ana dil itibariyle göçmen olduğunu gösterir.

1700'lerde başlayan, Kafkasya'dan, Kırım'dan püskürtülen, İmparatorluğun Batı'da kaybettiği topraklardan kaçan, Anadolu'ya gelen (gelebilen) Müslüman topluluklar bu topraklardaki nüfusun ana omurgalarından birisini oluşturur.

Ana omurga olmak sadece bir nicelik meselesi değildir. Bu toplumun kolektif belleği, kimi gelenekleri, güvensizlikleri bir ölçüde (1699 Karlofça'dan 1912-13 Balkan Savaşlarına, 1918 I. Savaş sonuna uzanan, 1923 mübadele anlaşmasıyla son fırça darbesini alan) 220-230 yıllık bu büyük ve kesintisiz göç öyküsüyle ilişkilidir. Ulus olma süreci, dini aidiyetin belirleyici yeri, “devlet-güvence ve kutsallık" ilişkisi bu çerçevenin bazı hayati parçalarıdır.

Diğer bir ifadeyle türlü travmalar içeren, Türkiye'de toplumsal bilimin yok saydığı bu öykü, tarihsel ve toplumsal açıdan ciddi izler bırakmıştır. Kaybedilmiş mallar, verilmiş canlar, buna karşılık gelinen yeni topraklarda edilmiş mallar, bu topraklardan gidenler, ölenler, bu çerçevede yaşanan çatışmalar üstüne oturan bu sürecin, kimlik kurucu bir yönü bulunmaktadır.

Göç ve göçmenlik meselesinde madalyonun bir başka yüzü daha vardır.

Bu yüzde, farklı toplumsal, etnik, kültürel Müslüman toplulukların iç içe girme, dahası bir toplum olma öyküsü ile bunun sıkıntıları ve zorlukları bulunur.

Bu çerçevede yaşanan kültürel, mekânsal ayrışmalar, ortaya çıkan içe kapalı yaşam tarzları değer sistemi aykırılıkları, entegre olma boşlukları üzerinden sosyolojik açıdan cemaatimsi varoluş geleneğini besleyen ve izleri bugüne kadar süren yeni bir kaynak oluşturmuştur.

Siyasi açıdan ise öykünün bedeli daha ağırdır.

Milliyetçilikler çağında ve imparatorluğun ilk çatırdama seslerinden itibaren siyasi otoritenin karşısında bütünleştirmek üzere Kürt, Çerkez, Boşnak, Tatar, vb Müslüman topluluklar meselesi vardır. Ve bu konuda gerek İttihat Terakki, gerek Cumhuriyet, iki temel hat üzerinden yürümüştür.

İlk hat, farklı kökenlerden gelen Müslümanları Türkleştirme hattıdır, arkasında derin milliyetçilik politikaları yatar.

İkinci hat ise Müslümanlardan bir ulus yaratırken dini hem kontrol altında tutma, hem denetim aracı olarak kullanma eğilimi, arkasında derin din ve laiklik politikaları yatar.

Entegrasyondan asimilasyon politikalarına uzanan bu iki hattın, doğal devamı, dönüştürücü olmaya soyunan otoriter devlet-siyaset geleneğidir.

Bugün entegre (veya asimile) olanlar, yolda kullanılan tüm zor yöntemlerine rağmen, bu tarihi projelerin başarı öyküsü olarak tanımlanırlar.

Ancak diğer taraftan Türkiye'nin bugün yaşadığı kronik sorunlar da, bu projelerin, otoriter nitelikli, katı kimlikler tarif eden “din-milliyetçilik-laiklik" politikalarının hüsranını bir sonucu olarak karşımızdadır.

Kürt sorunu bunlardan birisidir.

Askeri vesayeti besleyen otoriter devlet ve otoriter laiklik ve devlet şemsiyesi altında din anlayışı bunlardan bir diğeriydi, bence kimi açılardan hala öyledir.

Bugün bazı kimlik politikalarını, adeta topluklar içinden bir topluluk hamlesi olarak, bu toplumsal ve siyasi öyküden ne kadar ayırabiliriz? Göç ve göçmen konusu, Suriyeli mülteciler meselesiyle tekrar gündeme geldi.

Yukarıdaki satırlar da, bu konunun sıradan bir siyasi tercih ve basit bir toplumsal entegrasyondan ibaret olmadığını hatırlatmak için yazıldı.

Her entegrasyon hamlesi, politikası doğası gereği toplum için kuşatıcıdır, birleştirici olduğu kadar ayrıştırıcıdır...

Hedef 300 bin Suriyeli olsa da fazlası olsa da, bu konu, kabul veya ret edilmeden önce her yönüyle uzun uzun tartışılmayı gerektirmektedir.

Gerek, deneyimle sabittir.
#Göç
#Suriyelilere vatandaşlık
8 yıl önce
Bir göç ve göçmen öyküsü...
FETÖ yapısını doğru tanımlamak: Cemaatten darbeciliğe
İbn Teymiye tasavvufa karşı mıydı?
Bayram, Sudan, Tunus ve Gannuşi
İnsaf!
Dağ yürekli adamların büyük seçimine doğru