Türkiye, öncülü Osmanlı İmparatorluğu ve onun da öncülü olan Selçuklular mirası üzerine kurulmuş bir ülke... Toplum olarak geleneksel kodlarımız da bu silsileden besleniyor. Bununla birlikte Türkiyeliler, Sünni gelenek üzerinde bina olmuş durumdalar. Bir diğer yönden, özellikle Osmanlı döneminde, din ve devletin birlikteliği Sünni ve tasavvufi temellere dayanıyor.
Ne demiştik, tarihsel kodlarımız itikadımız tarafından şekillendi, bu bizim gerçekliğimiz, bu bizim yerelliğimiz, mevcut sorunlarımız da bunun unutturulmasıyla alakalı, kendimize yabancılaştırılmamızla alakalı, tepki tam olarak buraya olmalıdır.
Zalim bir devlete karşı olan tepkilerin, sivil ve şiddetsiz olmasından yanayım. Bu noktada sivillerin güçlendirilmesi, sivil toplumun diriltilmesi mühim...
Ak Parti, "zalim devlet" mağduru olmuş kesimlerin tabanını oluşturduğu bir hareket. İktidara geldiği 2002 yılı ve devam yıllarda, ilk olarak sivil topluma benzer refleksler ile hükümet ettiler. Buna bağlı olarak, Kürt meselesi, Alevi meselesi gibi "azınlık hakları", ihlâl edilmiş haklar üzerinden çözüm yoluna gittiler. Zaten kendileri de, bu ülkedeki "ötekileştirilmiş" kesimlerden gelmekteydiler. Ancak bu tutum, takdir edilmek yerine muhalefet tarafından Türkiye'ye zarar vermek pahasına yerildi.
Elbette hem hükümet olup, hem de devlet ile yüzleşmek kolay değil. Buna rağmen Recep Tayyip Erdoğan önderliğindeki Ak Parti hareketi, ustalıkla bu yolu yürüdü. Ancak bu yürüyüş, Taraf gazetesi aklı ve FETÖ girişimleri ile kısa soluklu olarak sekteye uğratıldı. Çözüm Süreci'nin muhatabı olan HDP, Erdoğan ve Türkiye'ye kastetmiş Batılı akılla yürümeyi tercih edince de ikinci sekte dönemi yaşandı. Şimdi iki sekteyi de atlatmış olmanın, ancak artçı sarsıntılarının devam ettiği bir dönemi yaşıyoruz.
Birleşik güçlerin sistematik ittifakına rağmen, yukarıda sıraladığım birleşik güçler kaybetti ve Türkiye kazandı. Ancak savaş bitmiş değil. Halen devam ediyor ve teyakkuzda olunmak zorunda.
Özellikle Taraf aklının, Türkiye'ye düşman tüm devletlerin devlet anlayışını kutsayıp, emrinde iş gördüğü son on yılda, Türkiye'deki "devlet anlayışını zayıflatmaya çalışması" sizi de şüphelendirmiyor mu? Ve düşman oklarını takip etmek gerekmiyor mu, o düşman okları tarihsel kodlarımızın tam ayağının dibine düşmüyor mu?
Sünni gelenek, bilgiyi vahye dayandırır, Şii gelenekteki gibi "İmam"a değil. Devlet başkanının, halifenin rolü ilahi olan ile bağlantılıdır ama Şia'da olduğu gibi yöneticiye peygamber devamıymış gibi bir rol yüklemez. Bu anlamda, nass ve akıl ile çelişmez. Bu nedenle de, Sünni/Türkiyeli düşünce öyle ya da böyle bir şekilde kendi birliğini sağlar, kendisini bir yere teslim etmez, dışarıdan yönetilebilir bir pozisyonda ve açıkta bırakmaz, çünkü tarihsel kodu böyledir. Halen var olmamızın sebebi budur. Varlığımıza kast edenler de bunu çok iyi bildiği için birliğimizi sağlayan kurumları hedef almışlardır. Biz Türkiye olarak bugün ikinci bir Kurtuluş Savaşı tecrübesi yaşıyoruz denmesi işte tam olarak bu yüzdendir. O gün halifeyi hedef alanlar, bugün devlet başkanını hedef alıyorlar. "Seni Başkan yaptırmayacağız" azgınlığının altında yatan temel neden de budur.
Yerle yeksan olası düşmanlarımızı unutmasınlar ki, bir asırdır uyutulmuş olmasına rağmen böyle köklü bir tarihsel kod unutturulamaz, uyutulamaz, yok edilemez. İtikadı, geleneği, yönetim biçimi, devlet anlayışı yerleşmiş, medresesiyle, Gazâlî'siyle, hilafetiyle, "devlet başkanı seçmek Müslümanlar üzerine vacip" demesiyle, Medine Vesikası'nı hazırlamasıyla kendini sağlam kurumlar üzerinden kökleştiren "Türkiyeli Sünni İslâm Düşüncesi", kendini Ruhbanlık ile sağır, Reform ile kör, modernizm ile kalpsiz, post modernizm ile imha edilecek bir yapı değildir. Dahası, İncil'e el basarak yemin eden adamlara mı kaldı, benim dinim ile devletimin ilişiğini kesmek?