|
Bir susam tanesi olarak insan

Sanki yaşarken yapıp ettiklerimizi, nereye varacağını bilmediğimiz bir cümlenin tamama ermesi için yapıyoruz. Sanki her şeyi anlamlı ve anlaşılır hale getiren bir gizem var, hissediyoruz bunu ama tam manasıyla anlayamadığımız için dışında kalıyoruz. Buna karşılık, zihinsel olarak kendimizi dışında kalmış hissettiğimiz bu gizemin tam içinde, en ortasında, onun bir parçası, bir gerçekleştiricisi, her neyse o gizem, onu belki farkında dahi olmadan inşa eden birer karınca gibi azimle ve sadakatle çalışıyoruz. Sanki her şeyi kuşatan derin bir mana var ve bizler, yani her birimiz, esaslı bir cümlenin sıralanmış kelimeleri gibi kendi taşıdığımız ve farkında olduğumuz mananın çok ötesinde bir mananın hayat bulmasına hizmet ediyoruz. Öyle değil midir kelimeler? Kendi taşıdıkları sınırlı bir mana vardır, onları bir cümle içinde başka kelimelerle o kadar büyük bir maharetle buluşturursunuz ki, tek tek bütün o kelimeler kendi manalarından çok daha kuşatıcı, çok daha büyük bir mananın yapı taşı olurlar.

“Ne işe yarıyor bütün bunlar, neden yapıyoruz bütün bunları?” diye isyan etti yorulmuş biri. “Şöyle düşün” dedi kendini daha iyi hisseden, “Belki biz ikimiz bir rengin iki ayrı tonuyuz ve harikulade renklerden oluşan bir kır tablosunun bizim tonlarımıza ihtiyacı var!”

Tuğlalar bilir mi mesela, yan yana ve üst üste sağlam dururak, birbirlerine tutunarak içinde türlü hikayeler dönen bir evi ayakta tuttuklarını? Dağ deyince, yamacındaki bir kayaya tutunarak açan o minik kır çiçeği bilir mi onu da kastettiğimizi? Bilir mi mesela az sonra dalından düşerek oradan toprağa karışacak olan bir meşe palamudu aklının alamayacağı bir büyük ormanın kendisinden besleneceğini? Farkında mıdır mesela kıyıya vuran beyaz köpüklü küçük bir dalga, onu oraya uçsuz bucaksız bir denizin gönderdiğini? İki nota arasındaki o küçük es, o minik boşluk ne kadar ayırtındadır mesela, gönle sürur veren asude bir bestenin mütemmim bir parçası olduğunun.

“...eğer insanlığı birleştiren kutsal bir bağ yoksa, eğer ormanın yaprakları gibi bir nesil diğerinin ardından doğuyorsa, bir nesil ormandaki kuşların şarkıları gibi bir diğerinin yerine geçiyorsa, eğer insan soyu dünyadan, denizden geçen bir gemi ya da çöldeki bir rüzgar, düşüncesiz ve meyvesiz bir kapris olarak geçiyorsa, eğer ebedi bir unutkanlık; avı için aç bir biçimde pusuya yatmış bekliyorsa ve onun pençelerinden kurtaracak kadar güçlü bir güç yoksa -o zaman yaşam ne kadar boş ve huzurdan yoksun olacaktır!” diyor ‘Korku ve Titreme’ ismini verdiği kitabında Soren Kirkegaard.

Hayat boş, yaşadıklarımız boşuna, uğraşlarımız boşu boşuna değil... Durup nazar-ı dikkatle baktığımızda; alemde husule gelen her bir şeyin varlığın manasına (ki manası aslıdır) hizmet ettiğini, olmasa boş kalacak bir yeri doldurduğunu, hakikat dediğimiz sonsuzca büyük asli ifadenin bizim tek tek taşıdığımız manalardan zuhur ettiğini muhtemel ki hepimiz hayretle fark edebiliriz. Alemdeki her şey, bizim görüş gücümüzün ötesindeki bir büyük nakşın ilmeği, rengi, tonu, cüzü olarak anlamını kazanır ve başlayıp biten her bir hayat da kendi içinde sonsuzca ihtimal barındıran bir hikayeye, ‘Mana’yı tamamlayan manaya karşılık gelir.

“Az önce parmağının ucuyla alıp ağzına attığın şu küçük susam tanesi var ya” dedi meczup, “bil ki sabahtan beri burada senin gelip onu bulmanı bekliyor.”

#Kültür
#Sanat
#Gökhan Özcan
1 yıl önce
Bir susam tanesi olarak insan
Fiîlî işgal dönemi bitti, zihnî işgal çağındayız!
İkiyüzlü dünyanın 200 günü
Garson nereye baksın?
İnsafsız takas!
Erdoğan’ı/AK Parti’yi Kürtsüz bırakma operasyonu…