|
O eşsiz, küçük anlar
'Ne zamandır gitmiyorum ben Kapalıçarşı'ya' diye düşündüm Nuruosmaniye Camii tarafındaki kapıdan girerken. 2 yıl olmuş. Henüz iflah olmamış teşbih biriktirme merakım yüzünden bu kez Sahaflar Çarşısı tarafındaki kapısından girmiş, beni ilk kez tanıyor olmasına rağmen 'sen bunu al ağabey, üzerinde paran yoksa olunca ödersin' diyen bir esnaftan bir 33'lük kehribar almıştım.

Bu kez, farklı bir gerekçeyle ve bir dostun selamıyla bir sarrafa gittim. Size o dükkânı nasıl tarif etmeli? 'İçerde, vitrinin bu yanında 3 kişi ayakta yan yana durduğunda içeriye bir dördüncü insan sığmaz' diyeyim de büyüklüğü anlaşılsın önce. Vitrininde çeşitli değerlerde yüzükler, bilezikler, saatler var. Fakat ilginizi bu objelerden çok, dükkânın size önerdiği 'köklülük' duygusu çekiyor. Hiçbir şey olması gerektiğinden daha lüks değil. Hiçbir şey olması gerektiğinden daha büyük ya da küçük değil. Hiçbir şey olması gerektiğinden daha eski ya da daha yeni değil. Sarraf adeta size 'ben zaten Kapalıçarşı'nın taşları, kubbeleri, sokakları kadar buraya aitim' diyor.

Dostumun selamını ilettiğim dükkân sahibinden de bahsetmeliyim size. Şurası kesin: O dükkânın tezgâhının arkasında başka biri olamazmış, oturamazmış, başkasına o tezgâh yakışmazmış…

Biri, satın almak istediği çeşitli şeyler için pazarlık ederken derdimi anlatıyorum. 'Kolay' diyor, 'vaktin varsa şuracığa otur, çözeriz.' Vaktimin olduğundan, oraya oturmam gerektiğinden, işimin mutlaka çözüleceğinden ve çok kolay olduğundan kesinlikle emin olarak oturuyorum gösterdiği küçücük yere. O tezgâhın ardındaki adam işimi mutlaka çözecektir 'çözeriz' diyorsa. Öylesine kesin bir emniyet hali içerisindeyim.

Çaylar söyleniyor. Ben mekânda olup biteni seyre dalıyorum. İçeriye bir başka esnaf giriyor. 3 günlüğüne 10 bin dolar borç istiyor. Paraları kuyumcu tartısına koyup tartıyor sarraf abimiz. Veriyor. O esnada borç isteyen esnaf, biraz da utana sıkıla 'sana bir 5 bin borcum daha var abi, çok kısa zamanda toparlayacağım onu da' diyor. Sarraf abimiz duraksamadan ve asla yukarıdan konuşmayarak şöyle cevap veriyor: 'Ne mutlu bize ki, bir dostumuza borç verebilecek paramız var. Sıkma canını, toparlarsın.'

Esnaftan hemen sonra 14 yaşlarında bir çocuk giriyor içeriye. Elinde bir altın… Sarraf abimiz tartıp '310 lira' diyor. Çocuk altını alıp kayboluyor. 30 saniye sonra geri geliyor. 'Amcamın oğlu dedi ki, 330 verse iyi olur.' Sarraf 330 lirayı sayarken şöyle söylüyor: 'Amcanın oğluna selam söyle. Kredisini çok az bir şey için kullandı. 530 istese verirdim onun için.'

O yoğunluk içerisinde nezaketini, esnaf dilini, pazarlık adabını, hal hatır sormayı, çay söylemeyi, insanların ne dediğini tam olarak dinleyip tam olarak vermesi gereken cevapları tam olarak vermesi gereken üslupta vermeyi hiç ama hiç elden bırakmıyor. O yoğun koşuda bir kez olsun tökezlemiyor.


Bu arada benim işimi de hallediyor elbette. Yaptığım alışverişin ederi hakkında hiçbir fikrim yok. Fakat şundan yüzde yüz eminim. Sadece yarım saat izlediğim bu adam, herhangi bir alışverişte benim aleyhime olabilecek bir duruma asla müsaade etmez. Elden çıkarmamam gereken bir şeyi elden çıkarmama da, almamam gereken bir şeyi almama da izin vermez. Niçin bunca güvendim ben bu sarrafa? Çünkü sadece yarım saat birlikte olduğunuzda güvenmekten başka hiçbir şey gelmez elinizden.

Bu kısa, fakat benim için oldukça uzun geçen hikâyenin sonlarına doğru içeriye Rafi girdi. Zannediyorum ona 'çantacı' demek doğru olur. Elindeki küçücük çantadan bin türlü şey çıkartıp 'şuna bir bak' diyen hakiki esnaf. Öyle tatlı ve keskin bir pazarlık ettiler ki. Ben bu pazarlığın sonunda sarraf abimize 'abi yahu' dedim, 'iznin olursa burada yarım saat içerisinde gördüğüm hususları gazeteye 'O eşsiz, küçük anlar' başlığı ile yazmak isterim.'

Sarraf abimizin cevabı şöyle oldu: 'Elbette dilediğin gibi yazabilirsin. Fakat ismimi vermezsen çok sevinirim.' Rafi derhal topa girdi: 'Benim ismimi verebilirsin abi.' Benim tepkimse şu oldu: 'İsmini veririm, ama şunu da yazarım: Çantasındaki her şeyi alıcıya gösterip hiçbir şey satamadan dükkândan ayrılan Rafi'nin başarılı bir Kapalıçarşı esnafı olduğundan pek de emin değilim.' Gülüştük.

Yazının başlığı niçin 'O eşsiz, küçük anlar' oldu peki? Şundan: O dükkânda, o yarım saat içerisinde yaşadığım anların her biri, bizim hayatın karmaşası içerisinde görmekte zorlandığımız anlar artık. O bakımdan giderek 'eşsiz' bir hal alıyorlar. Neticede, standart bir kuyumcuda ya da bir lokantada size biri asla daha pahalı bir şey almaya niyetlendiğinizde 'onu alma abi, bu daha ucuz ama daha değerli' demiyor artık. Olağan bir standardizasyon içerisinde olup bitiyor her şey. Keskin bir robotik düzen içerisinde… Giderek 'değerli' olanın sadece altın ya da gümüş ya da para olduğuna hükmediyoruz. Oysa asıl değerli olan şey, o sarraf abinin, pazarlık ettiği birine söylediği şu cümle: Abi, Antalya'yı bir arayıp sorayım. O parçayı birine söz vermiştim. Gerçi sen daha yüksek bir fiyat teklif ediyorsun, ama parayı nerden olsa buluruz. Dostu nerden bulacağız?'

Seni geri zekâlı seni

Parkta, kızımızın oyun oynamasını seyrediyoruz. Uzunca bir oturma grubunun ortalarında yer bulduk kendimize. Solumuzda, ilk bakışta orta-üst tabakadan olduğuna hükmedebileceğiniz gençten bir kadın oturuyordu. Sağımızda ise, aralarında Kürtçe konuşan, ilk bakışta alt-orta tabakadan olduğuna hükmedebileceğiniz

bir aile vardı.

Birazdan, solumuzdaki kadının 5 yaşlarındaki kızı gelip salıncak sırası yüzünden yaşadığı kavgayı hıçkıra hıçkıra anlatmaya başladı. Kadın, bir kayıtsızlık içerisinde kızını dinleyip sertçe kolunu tuttu ve bağırarak şöyle dedi: 'Seni geri zekâlı seni. Vermeseydin sıranı. Bir de gelmiş ağlıyorsun. Patlatsaydın bir tane. Geri zekâlı seni… Ağlama karşımda. Defol git şurdan.'

Kız, çaresizlik içerisinde döndü oyun alanına. Hıçkırıkları devam ediyordu.

Sonra, sağımızdaki ailenin 10 yaşlarındaki erkek çocuğu gelip büyük bir öfkeyle babasının yanına oturdu. Babasıyla Kürtçe bir şeyler konuştular. Baba birdenbire, hani bana atsa beni ağlatacak bir tokat patlattı çocuğa. Sonra sertçe bir şeyler söyledi. Ağlamaya başlayan çocuk, Türkçe 'niye sert olacakmışım' diye sordu. Baba, 'çünkü' diye başlayıp yine Kürtçe

bir şeyler söylemeye devam etti.

Hanımın kulağına eğilip 'ne oluyoruz yahu; çocuk nasıl yetiştirilmez konulu bir etkinliğe mi davetliyiz?' diye sordum.

Biz anne babalar açısından soru şudur bence artık: Şefkat, merhamet, koruma, kollama duygularının tamamının rafa kaldırıldığı bir ülkede mi çocuk yetiştirmeye çabalıyoruz? Çocuklarımızın etrafı, anne-babaları tarafından 'sert olacaksın' diyen, 'patlatsaydın bir tane' diyen başka çocuklar tarafından mı çevrili? Zaten acımasız olduğundan hiç şüphe duymadığım çocuk dünyası Türkiye'de iyiden iyiye 'Sineklerin Tanrısı'nın seti oldu da haberimiz mi yok? Biz de mi artık çocuklarımızı 'sert olacaksın' diye yetiştirmeliyiz? Onlara hiç kimseye güvenmemeyi öğretip haklarını 'şiddet kullanarak' mı savunmalarını öğreteceğiz?

Doğrusu o gün o parkta gördüğüm ve benzerlerine daha önce de pek çok kez şahit olduğum bu manzaralar gün geçtikçe umudumu azaltıyor. Çocuklarımızı, onlara sürekli 'benzersiz', 'özel', 'biricik' olduklarını pompalamamızı isteyen 'başarıya dayalı düzen' kuşatmış durumda zaten. İstedikleri her şeyi istedikleri her şekilde yapabileceklerini öğretmemizi salık veriyor bize adına uzman denilen birileri. Çocuğumuzun 'sonsuz potansiyelini keşfetmek'ten falan dem vuruyorlar. Hal böyleyken, bir yandan 'çok özelsin, muhteşemsin, harikasın' diye pışpışladığımız ego canavarı çocuklarımız oluyor kucağımızda; bir taraftan da onları duygusuz, apatik, güvensiz karakterler olarak yetiştirip duruyoruz.

Ne demek istediğimi merak edenler alışveriş merkezlerinin yemek bölümlerini gözleyebilirler. Ortalık, sekiz dokuz yaşına gelmiş olmasına rağmen kendi yemeğini dahi yemekten aciz 'muhteşem' çocuklarla dolu… Paylaşmayı bilmeyen, isteklerini yönetemeyen, onları erteleme becerisinden mahrum bireylerle karşı karşıyayız. Ceza verme konusunda da herhangi bir fikrimiz yok. Ya bir tane tokat patlatıyoruz ya da kişiliğini ezerek onu yola getirebileceğimizi zannediyoruz.

Özellikle hiperaktivite üzerine yoğunlaşan bir çocuk psikoloğundan duymuştum şunu: 'Aslında, bana çocuğunu getiren pek çok ebeveyne son derece basit bir şey söylemek istiyorum: Sizin çocuğunuz hiperaktif değil, dümdüz şekilde yanlış yetiştirilen şımarık veledin teki.'

Şu basit cümleleri öneriyorum bense: Hiçbir insan yavrusunun sonsuz bir potansiyeli yoktur. Pek az çocuk gerçekten 'özel'dir. Hele günümüzde hiçbir çocuk diğer çocuklara nazaran 'muhteşem' falan değildir. Çocuğunuzun dünyaya yararlı bir insan teki olmasını istiyorsanız ona şefkati, merhameti, empatiyi, başkalarına saygı duymayı öğretin. Ve unutmayın: İyiliğin ölçü birimi başarı değil ahlaktır.
#Nuruosmaniye Camii
#kapalıçarşı
#küçük anlar
9 yıl önce
O eşsiz, küçük anlar
Seçim sonuçları hayırlı olsun
Anayasa Mahkemesi Anayasa"ya aykırı davranırsa...
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar