|
Otuz üç lira

Cumaları hariç her sabah geç vakitte uyanıyor, akşamdan baş ucuna bıraktığı bir paket petibör bisküvinin yarısını usul usul yiyor, ardından duşa giriyor, mutlaka kendi sabunuyla yıkanıyor, dişlerini uzun uzun fırçalıyor, velhasıl öğlen ezanına kadar odada kalıyor, ardından her şeyini sığdırdığı sırt çantasını yüklenip sokağa bırakıyordu kendini. 'Her şeyini sığdırdığı' dediğime bakıp da devasa bir şey hayal etmeyin. Bu eskiliği yüzüne vurmuş, lime lime dökülen çantanın içindeki nesneleri bir çırpıda sayabilirim size: Bir gömlek, bir pantolon, bir kat iç çamaşır, iki çift çorap, sabun-diş macunu-fırça üçlüsünün bulunduğu küçük bir poşet, bir fotoğraf albümü, gri bir oyuncak ayı, gümüş bir zincirin ucuna takılı yine gümüş, hilal şeklinde bir kolye.



Ne yapıyordu peki kendini sokağa bırakıp? Önce Sirkeci'ye yürüyordu. Ardından valilik yokuşundan Nuruosmaniye Camii'ne tırmanıyor, sonra yoldan geçen birine 'bugün günlerden ne?' diye soruyordu.



Günü merak ediyordu, çünkü yanına uğrayacağı esnafı günlerden biliyordu. Her gün birinin yanına uğruyor, kendisine gösterilen yere sessizce ilişiyordu. Bazen esnafın 'Hüseyin, şu faturayı bi yatır' yahut 'şu emaneti şu adrese be Hüseyin' diyerek ufak tefek işler verdikleri olmuyor değildi, fakat genelde kendisine gösterilen yere ilişir, kendisine söylenen yemeği yer, çayı içer ve sorulmazsa susar, sorulursa vardan yoktan cevaplar verirdi. İkindi ezanı okunduktan sonra aklından yarım saat tutar, 'gideyim ben artık' diye dükkanın kapısına yönelirdi. O esnada esnaf çıkarıp otuz üç lira verirdi Hüseyin'e. Otuz lirası oda için, iki lira bisküvi için, bir lira da... O bir liranın ne için olduğunu ben de çok sonra anladım.



Hüseyin otele gelir, oda parasını Sarı Mehmet'e verir, mutfağa geçip çorbasını içer, ardından odasına çıkardı.



Sarı Mehmet benim çocukluktan arkadaşımdı. Oteli bir türlü büyütüp geliştiremediği için hala Anadolu'dan gündelik gelen yolcularla çekip çeviriyordu mekanı. Sorana 'şükür, çorba kaynıyor' derdi ama bilirdim hep işlerinin günden güne bozulduğunu.



Hüseyin'i de oradan tanıdım işte. Sarı Mehmet'in çayını içmek için yanına uğradığım seferlerden yani. Bir iki kez 'nedir, kimdir' diye sordum ama öyle yuvarlayıverdi, pek bir şey anlatmadı Sarı. Bir gün 'oğlum bi adam gibi anlatsana lan' dedim de öyle söktürdüm Hüseyin'in hikayesini. Hoş sonra gram gram ben de öğrendim hikayesini. Kapalıçarşı'da kuyumcu Rahman abi vefat edince bizim Sarı 'sen perşembeleri bizim Akif'in dükkana git Hüseyin abi' dedi çünkü. Hüseyin perşembeleri bana uğrar oldu böylece.



80'de yedi yıl yatmış Hüseyin. 'Aha bu gece gelip asacaklar, işte şimdi öldürecekler' derken hafif tatlılaşmış aklı. Hapisten çıkınca biraz toparlar gibi olmuş ama eser kalmış tabii. Yine de 'aslan gibi benim oğlum' diyen garip anası ne yapıp edip evermiş Hüseyin'i. Babadan kalma gecekonduda anasının aylığı, Hüseyin'in bazı bazı gittiği inşaat işleri, hanımının arada bulduğu gündelikçilik falan derken eh gün görmemişler ama açlıktan da ölmemişler yani. Orası çok net değil ama herhalde bir kızı da varmış. Görüyor, görüşüyorlar mı bilmem.



Ne olmuşsa, nasıl olmuşsa 90'ların sonuna doğru sokağa düşmüş işte. O gün bugün de, yani aşağı yukarı 20 yıldır Sarı'nın otelde kalıyor. Sarı para da almayacak almasına ama Hüseyin 'ben her gün paramı öderim, bir cumaları ödemem. Seneden seneye de zam yaparım oda parasına' demiş. Yaptığı zam da öylesine işte. El elli öderken o otuz ödüyor.



Sarı da, ben de 'ne oldu, nasıl oldu da bu adam böyle sokağa düştü' diye çok merak ettik, çok soruşturduk. Ama ne bir şey bilen çıktı ne Hüseyin bir şey anlattı. Geldi, oturdu, çorbasını içti, petibörünü yedi, sorarsak anlattı, sormazsak sustu Hüseyin.



Geçen cuma, bizim çarşıdan bir abimizin babasını defnettik Bağcılar'da. Baktım Hüseyin de camide. 'Allah Allah, demek çarşıdan tanıyor bizim Hakkı'yı' dedim kendi kendime ama Hüseyin gelmedi mezara.



Daha doğrusu şöyle: Biz caminin yanındaki mezarlığa doğru yürürken Hüseyin de girdi mezarlığa. Elinde güller vardı. Baktım, sağa dönüp kayboldu gözden. Çok üzerinde durmadım. Defin işini hallettikten sonra arabama doğru yürürken bir çiçekçi abla yolumu kesti. 'Sevdiklerinin mezarına gül koymak ister misin canım abim. Tanesi bir lira' dedi. Onun da üzerinde durmadım.



Çarşıya dönüp de dükkana girerken aklıma geldi. Hüseyin'in bir kızı vardı galiba değil mi?

#Sirkeci
#Cuma
7 yıl önce
Otuz üç lira
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?
Nazlı seçmen günlerinde siyaset