|
Aydınlanmış Medine’den selam

Hacc ibadetini ifa için Mekke’ye geçmeden evvel Medine’de huzur-ı nebîdeyiz. Ravza’da dünyanın her yerinden Müslüman var. İlk dikkatimi çeken herkesin biribirine karşı ne kadar nazik ve kibar davrandıkları. Herkes birbirine bir şey ikram ediyor. Halbuki bu insanların geldikleri ülkelerin tamamına yakınını görmüş birisiyim. Oralarda böyle güzelliklere daha nadir rastlarsınız. Demek ki bütün Müslümanlar bireysel olarak güzel insanlar, kibar insanlar ama yaşadıkları toplumsal ve siyasal yapılar onları başkalaştırıyor. Bunun tek istisnası Cennet Bahçesinde iki rekat namaz kılmak isteyenlerde oluyor. Birbirlerini nerede ise ezecekler. Boşnaklar bu sene çok, Arnavut az. Kafkas Müslümanları, Dağıstanlılar, Çerkezler çok. Türkmenistan, Özbekistan hacıları oldukça fazla. İranlılar hakeza. Bir Bosnalı bir Nijeryalı ile sohbet ediyor önümde. Sünni Şii burada beraber namaz kılıyorlar, hem de selefi bir imamın arkasında. Farklı namaz kılışlarından anlıyorsunuz insanların farklı mezheplere bağlı olduklarını. Ama bu durum burada bir sorun olarak kendini göstermiyor. Neticede herkes namaz kılıyor ve aynı Allah’a secde ediyorlar. Niye bu kardeşliklerini daha sonra da devam ettirmezler diye insan sormadan edemiyor. Uzun tahlil yapmak mümkün.


Ravza’nın büyütülme ve yenileme çalışmaları içerisinde pek çok yeni kapı ihdas edilmiş. Bâb-ı Alî ve bab-ı Osman kadınlara tahsis edilmiş, onun için göremedim. Sabah namazından sonra Cennetü’l-Baki ziyarete açılıyor. Uhud gibi mahzun bir yer. Selamlarımızı verdik. Kıbleteyn Mescidi'nde ve Kuba Mescidi'nde namazlar kılındı.

Kıble istikametinde bir de Kur’ân Müzesi ilave edilmiş. Daha çok interektif bir müze. Ama bazı mushaflar da sergileniyor. Çoğu Osmanlı mushafları. Sergide Sultan II. Mahmud’un 3 adet Abdülmecid’in 1 adet kendi hatları olan levhaları da gözüme çarptı.

TAVZİH
Bir tavzihde bulunmak için yazımın konusunu buradan itibaren değiştiriyorum aziz dostlar. Belki okuyanlarınız olmuştur muhterem bir hocamız geçtiğimiz haftalarda yazdığı bir yazısında “İslam’da din adamı yoktur” demişti. Aslında bunu ilk defa kendisi dile getiriyor değildi ve böyle düşünen daha başkaları da vardı. Bendeniz ise bu şuyû bulmuş kanaat ile aynı düşünmediğim için “İslam’da da diğer dinlerde de din adamı vardır, ama dereceleri vardır, yüksek seviyelisi vardır, düşük seviyelisi vardır” mealinde bir görüş serdetmiştim. Elbet bizim gibi düşünenler de var. Fakat bir şahsileştirme yapmadım, çoğul kipi kullandım. Kastettiğimiz şey çok basit, özetle şu: Nasıl sahte peygamberler (mütenebbiler) var diye peygamberlik gerçeğine karşı çıkamazsak sahteleri var diye din adamı kavramına da karşı çıkamayız. Din adamları vardır. Tıpkı
ricâlu’t-devle
(devlet adamları) olduğu gibi
ricâluddîn
yani din adamları da vardır. Hatta bu din adamlarına şöhretlerinden dolayı “Muhyi ed-Din”, “Burhan ed-Din” v.b. gibi yine “
Din
”e izafe lakaplar dahi verilir. Neyse, diyoruz ki din adamı adı altında insanları kandırma iddiası üzerinden doğrudan kavrama saldırmak yanlış bir mantıktır. Ama bu fâsid mantık bugünlerde Fetö örneği üzerinden moda olmuştur. “Su-i misâl misâl değildir” prensibini hatırlatmaktan edeb ederim lakin bu bahaneyle neredeyse dinde saldırılmayan alan kalmadı gibi. Dini otorite yok, İlham yok, Rüya yok. Yok da yok. Dün Uhud şehidlerini ziyarette idim. Peygamberimiz de sıkça ziyaret edermiş. Mübarek diyor ki; “Her selam verdiğimde Hamza bana mezarından cevap verir zahmet buyurdunuz efendim derdi” diyor. Bu ve bunun gibi pek çok olay var bazı modernistlerin izah etmekte zorlanacağı. Yok böyle şeyler deyip sıyrılmak en kolay çözüm onlar için. Ha bu rivayet burada ücretsiz dağıtılan selefilerin tebliğ kitaplarında dahi var. Muayyen bir kimseyi hedeflemiyorum ortaya konuşuyorum, ülkemizdeki bazı ilahiyatçıların dindeki bazı hususlara saldırıları ile din düşmanlarının saldırıları arasında kıl kadar fark kaldı bunu da biliniz. Ben buna isyan ediyorum..

Hocamız geçen hafta doğrudan bize yönelik cevabi bir yazı kaleme almış. Yazının sonunda “Gelecek yazılarda Elmalılı M. Hamdi Efendi ve İbn Arabi’den benim yazdıklarımı teyid eden nakiller yapacağım” diye bitirmiş. Ben hem saygı duyduğum hocama ve hem de saygı duyduğum siz okuyucularıma bir şeyi belirtmek istiyorum. Hayır “Ben de Size İbn Arabî’den, İbn Âbidîn’den benim görüşlerimi teyid eden karşı yazılar hazırlıyorum” demeyeceğim. Sürdürmeyeceğim. Şahsileştirmeyeceğim. Okuduğumu anlamayı da geliştireceğim (?).

Şunu yakından biliyorum ki polemik denilen veyahut cedel denilen uslup böyle başlıyor. Peşpeşe karşılıklı cevaplar, sonu olmayan tatışmaları da beraberinde getiriyor. Belki de bazı hakikat ışıkları bu şekildeki fikirlerin çarpışması ile meydana geliyor. Buna karşı değilim fakat bu üslubun umuma açık değil de hocalar (sınıfı?) özelinde kalması gerektiğine inanıyorum. Zaten kafası yeteri kadar karışık bu milletin önünde daha fazla kafa karıştırmayalım diyorum. Sonra bir yayıncı yanaşıyor yanınıza “Hocam bu tartışmaları kitaplaştıralım” diyor. Bir TV kanalı geliyor “Sizi ve karşı görüşteki hocayı ekrana çıkaralım orada tartışın” diyor. Böylece bu işin bir de reytingi ve pazarı oluşuyor. Benim kendi üslubum böylesi olandan değil. Halbuki uzmanlık saham başkalarına polemik mevzusu olma açısından çok münbit. Fakat bunlara cevap yetiştirmek sizi kendi yolunuzdan alıkoyuyor. Sürekli savunmada kalan ve sırf soru soranlara cevap veren bir usluba hapsolup kalmak istemiyorum. Özgünlük oluşamaz yoksa. Bence herkes kendi fikrini söylesin. Ve fikirler, görüşler tenkit edilmesi gerekiyorsa da edilsin. O fikrin sahibi de doğal olarak kendini savunan bir tane yazı yazsın ama iş orada kalsın diyorum. Çünkü kısır döngü böyle başlıyor. İnanın herkesi haklı çıkaracak deliller hepimiz için var. Hepimiz kendi zaviyemizden haklıyız. Sadece nereden baktığınıza göre değişiyor bu. O zaman tartışmayı sürdürmeye hiç gerek yok. Herkes kendi zaviyesinden elde ettiklerini yazsın, çizsin, insanlarla paylaşsın. Kabul eden etsin etmeyen etmesin. Her fikrin alıcısı muhakkak vardır.

Ben ne dersem diyeyim yine de bazılarının “Nasıl tırstın hoca, kaçıyorsun!” dediklerini duyar gibiyim. Ben bu ve buna mümasil görüşlerimi esaslar düzeyinde her vesile ile yazmaya devam edeceğim. Ama şahsileştirmek arzusunda değilim. Cedelden kaçmayı kabul ediyorum ve Cevâmiu’l-kelîm olan Hz. Muhammed Efendimiz'in huzurundan hepinize hürmetlerimi sunuyorum. Uzunca Medine gözlemlerimi yazmak niyetiyle başlamıştım ama bir tavzihte bulunmak ihtiyacı yazının neredeyse tamamını kapladı. İşte yukarıda da dediğim gibi cedel, adamı yolundan çeviren böyle şeytani bir şey. Ha şunu da söyleyeyim bu izahları yazarken daha henüz ihrama girmemiştim. Yani “Lâ cidâle fi’l-Hacc” yasağına muhatap değildim, biline. Yine de okuyucularımdan özür dilerim… Bakalım haftaya Kâbe ve Hacc gözlemlerimi yazmak nasip olacak mı?

#İbadet
#İslamiyet
#Hac
7 yıl önce
Aydınlanmış Medine’den selam
Garson nereye baksın?
İsrail neden ateşkesi kabul etmek zorunda kaldı?
Ana muhalefet partisi, ‘an’a muhalefet etmeli, geçmişe değil
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!