|
Mehdiyet meselesi ve darbe-2

Çağımızda da Mehdilik/Mesihlik meselesi çok fazla tartışıla gelmiş, buna dair kitap ve makaleler kaleme alınmıştır. Özellikle, Mesihlik, yani Hz. İsa (a.s)'nın âhir zamanda dünyaya nüzul edeceği ile alakalı ahbâr-ı Nebeviyeyi hâvi hadis rivayetleri üzerinde yoğunlaşmıştır. Ehl-i Sünnet'e göre: Hz. İsa (a.s) âyetlerde de belirtildiği üzere, idam edilmemiş, çarmıha gerilmemiş, Allah'ın (C.C) lütfu ile göğe/semâya kaldırılmış olup, sahih hadis rivayetlerinde haber verildiği üzere âhir zamanda, yeryüzüne nüzul edecek, Bu rivayetlere göre Deccalı katledecek ve Hz. Muhammed Mustafa'nın (S.A.V) şeriatı ile amel edecek. Hatta bazı rivayetlerde Hz. İsa (r.a)'nın Şam'da beyaz minareye nüzul edeceği yönünde fadeler bile yer almıştır. Bugün dahi Şam'da Beni Ümmeyye Camii yakınında bunun için yapılmış bir beyaz minare halen mevcuttur. Hz. İsa'nın âhir zamanda nüzulu ile ilgili rivayetler de, Mehdilikle ilgili rivâyetler gibi, Eşrâtu's-Sa'a/Kıyâmet alâmetleri, âhir zamanda vukû bulacak hadiselerin haber verilmesi ile alakalı rivayetler meyanında zikredilmiştir. Bazı kimseler, âhir zaman Mehdisinin Hz. İsa'dan başka bir kimse olmadığını da ileri sürüp, her ikisinin de aynı şahsiyet olduklarını söylemişlerdir. (Muhammed bin Abdirresûl El-Hüseynî Eş-Şehrezorî El-Berzencî, El-İşâ'a Li Eşrâti's-Sâ'a, Yazma, El-Mektebetu'l-Ezheriyye, 1667/924524; Tahkîk: Muvaffak Fevzî El-Cibr, 2. Baskı, Dâru'l-Hicre, Şam, 1995; Muhammed Zahid El-Kevserî, Nazratun Abire: Fi Mezâimi Men Yunkiru Nuzûli İsa Aleyhisselâm Kable'l-Âhire, İkinci Baskı, Kahire 1987. Bu kitap Zahid El-kevserî tarafından, Şeyh Mahmud Şeltût'un Hz. İsa (a.s) nüzulü meselesi ile ilgili fetvasına reddiye niteliğinde yazılmıştır. Eserin başında Şeyh Şeltût'un bu yöndeki fetvası da yer almaktadır.) Hatta bu yüzden, tarihimizde Mehdilik iddiasında bulunan bazı kimseler aynı zamanda Mesihlik iddiasında da bulunmuşlardır.



Geçen asırda, Mehdilik konusunda Risâle-i Nur'da birçok kısım yer almaktadır. Bazı çevreler bundan, Bediüzzaman Hazretlerinin kendisini Mehdi olarak gösterdiği şeklinde yanlış bir zanna kapılmış, hatta Bediüzzaman'ın kendisinden sonra belirli bir şahsa işaret ettiği şeklinde olmayacak yorumlar dahi sergilenmiştir. Bediüzzaman'ın Mehdilik meselesine uzun uzadıya değinmesinin ana nedeni her tarafta mağlubiyet ve işgallere uğramış ve zillete düşmüş İslâm dünyasına/Ümmete umut aşılamaya matuftu.



Bediüzzaman bu hususta kendi şahsınıhiç bir şekilde imâ etmediği gibi açıkça bunun tersi yönde ifadelerde bulunmuştur.Bediüzzamanın Münâzarât'ında: “İhlâs-ı niyyeti ihlâl eden anâsır-ı garez olan neseb ve nesil ve tamâ ve havf beni bilmiyorlar. Ben de onları tanımıyorum veya tanımak istemiyorum. Zira meşhur bir nesebim yok ki, mâzisini muhafaza edeyim. Ben Ebu Lâşey” olduğumdan bir neslim de yokdur ki, istikbâlini temin edeyim.” (Münâzarât, Matbaa-i Ebu”z-Ziyâ, İstanbul, 1329; Sahife: 158) şeklinde bir ifade açıkça yer almaktadır.



1337/1919''da ise, Daru''l-Hikmeti''l-İslâmiyye âzası iken Meşihat makamına verdiği resmî evrak suretindeki Terceme-i Hâl Varakasında, “Bir sülâle-i ma'rufeye mensub ise, keyfiyet-i nisbeti” şeklindeki suâle “Bir Sülâle-i Ma''rûfeye Nisbetim Yoktur” şeklinde sarih cevap vermiştir. (Terceme-i Hâl Varakası'nın orijinali için bkz. Sadık Albayrak, Son Devrin İslâm Akademisi: Dâru”l-Hikmeti”l-İslâmiye, İz Yayıncılık, İstanbul, 1998, Sahife: 232)



Üstad Bediüzzaman Ondördüncü Şuâ”da da bu konuda şu ifadeye yer vermiştir:



“İddiânâmede benim hakkımda dört esas var:



Birinci Esas: Güya bende tefahur ve hodfüruşluk var ve kendimi müceddid biliyorum.



“Ben bütün kuvvetimle bunu reddederim. Hem Mehdilik isnadını hiç kabul etmediğime bütün kardeşlerim şehâdet ederler. Hatta Denizli”deki ehl-i vukuf, “Eğer Said mehdiliğini ortaya atsa bütün şâkirdleri kabul edecek” dediklerine mukabil, Said itiraznamesinde demiş ki, “Ben seyyid değilim. Mehdi, seyyid olacak” diye onları reddetmiş.” (Bediüzzaman, Şuâlar, Ondördüncü Şuâ, Teksir Mecmuâ)



Yine Emirdağ Lahikası”nda yer alan bir mektubunda şöyle demiştir:



“Ben de onlara demiştim: “Ben, kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Halbuki âhir zamanın o büyük şahıs, Âl-i Beytten olacaktır. Gerçi, mânen ben Hazret-i Ali''nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi hükmünde ondan hakikat dersini aldım ve Âl-i Muhammed Aleyhisselâm bir mânâda hakikî Nur şakirtlerine şâmil olmasından, ben de Âl-i Beytten sayılabilirim. Fakat bu zaman şahs-ı mânevî zamanı olmasından ve Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik ve şahsiyet ve şahsî makamları arzu etmek ve şan şeref kazanmak olmaz; ve sırr-ı ihlâsa tam muhalif olmasından, Cenab-ı Hakka hadsiz şükür ediyorum ki, beni kendime beğendirmemesinden, ben öyle şahsî ve haddimden hadsiz derece fazla makâmâta gözümü dikmem. Ve Nurdaki ihlâsı bozmamak için, uhrevî makâmat dahi bana verilse, bırakmaya kendimi mecbur biliyorum” dedim, o ehl-i vukuf sustu.” (bk. Emirdağ Lâhikası-1, 206. Mektup)



Talebelerinden Ceylan Çalışkan'ın Afyon Mahkemesindeki müdafaasında şu sözler yer almıştır:



“Onun ağzından bir defa olsun, mehdîliğine ve müceddidliğine dair bir kelime duymadım. “ (Şuâlar)



Yine Şuâlar'da Mehdiyetin şahs-ı manevi olarak vazifeleri ve Risale-i Nur'un bundaki rolü hususunda şu ifadeler yer almaktadır:



“Tekbirâtü'l-Huccac fî Arafat” başlıklı mektupta, “Nurun ehemmiyetli bir kısım şakirtleri pek musırrâne olarak âhir zamanda gelen Âl-i Beytin büyük bir mürşidi seni zannediyorlar. Sen de onların fikirlerini musırrâne kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Bu bir tezattır. Hallini isteriz” diye sormaları sebebiyle, onlara cevap olmak üzere, bundan sonra gelecek Mehdî-i Resulün temsil ettiği kudsî cemaatin şahs-ı mânevîsinin üç vazifesi olduğu, bunların imanı kurtarmak, hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) ünvanıyla şeâir-i İslâmiyeyi ihyâ etmek ve inkılâbât-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur'âniyenin ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunlarının bir derece tâdile uğramasıyla o zât bu vazife-i uzmâyı yapmaya çalışır. Nur şakirtleri birinci vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur'da gördüklerinden, ikinci, üçüncü vazifeleri de, buna nisbeten ikinci, üçüncü derecededir diye, Risale-i Nur'un şahs-ı mânevîsini haklı olarak bir nevi mehdi telâkki ediyorlar. Bir kısmı, o şahs-ı mânevînin bir mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Hattâ, evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur'u aynı o âhirzamanın hidâyet edicisi olduğu, bu tahkikatla teville anlaşılır diyorlar. İki noktada bir iltibas var; tevil lâzımdır.


Birincisi: âhirde iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde değiller. Fakat hilâfet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslâm avamda ve ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkârında o birinci vazifeden bin derece geniş görünüyor. Gerçi her asırda hidayet edici bir nevi mehdî ve müceddid geliyor ve gelmiş. Fakat her biri üç vazifeden birisini bir cihette yapması itibarıyla, âhir zamanın büyük mehdîsi ünvanını almamışlar.


İkincisi: âhirzamanın o büyük şahsı, âl-i Beytten olacak. Gerçi mânen ben Hazret-i Ali'nin (r.a.) bir veled-i mânevîsi hükmündeyim. Ondan hakikat dersini aldım. Ve âl-i Muhammed (a.s.m.) bir mânâda hakikî Nur şakirtlerine şâmil olmasından, ben de âl-i Beytten sayılabilirim. Fakat Nurun mesleğinde hiçbir cihette benlik, şahsiyet, şahsî makamları arzu etmek, şan ve şeref kazanmak olmaz.” (Şuâlar)



Yine Bediüzzaman, Hz. Peygamber'in (S.A.V) Mehdi/Mehdilik ile ilgili haberlerini havi rivayetler konusunda şunu söylemektedir:



“Dördüncü Esas: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın istikbalden haber verdiği bazı hadiseler, cüz'î birer hadise değil, belki tekerrür eden birer hadise-i külliyeyi, cüz'î bir surette haber verir. Halbuki o hadisenin müteaddit vecihleri var. Her defa bir veçhini beyan eder. Sonra râvi-i hadis o vecihleri birleştirir. Hilâf-ı vaki gibi görünür.


Meselâ, Hazret-i Mehdîye dair muhtelif rivayetler var. Tafsilât ve tasvirat başka başkadır. Halbuki, Yirmi Dördüncü Sözün bir dalında ispat edildiği gibi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, vahye istinaden, herbir asırda kuvve-i mâneviye-i ehl-i imanı muhafaza etmek için, hem dehşetli hadiselerde ye'se düşmemek için, hem âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesi olan Âl-i Beytine ehl-i imanı mânevî raptetmek için Mehdîyi haber vermiş. Âhirzamanda gelen Mehdî gibi herbir asır, Âl-i Beytten bir nevi mehdî, belki mehdîler bulmuş. Hattâ, Âl-i Beytten mâdud olan Abbasiye hulefasından, Büyük Mehdînin çok evsâfına câmi bir mehdî bulmuş. İşte, büyük Mehdîden evvel gelen emsalleri, numuneleri olan hulefa-i mehdiyyîn ve aktâb-ı mehdiyyîn evsafları, asıl Mehdînin evsâfına karışmış ve ondan rivayetler ihtilâfa düşmüş.” (Mektubât)



Tüm bu ifadelerden, Bediüzzaman'ın gerek kendi şahsına, gerekse başka belirli bir şahsa Mehdiyet hususunda hiçbir işaret ve imâda bulunmadığı anlaşılmaktadır. Buna rağmen, bazı şahıs ve grupların Bediüzzaman'ın Mehdiyet ile ilgili yazıp söylediklerini zemininden saptırarak belli şahıslara Mehdiyet vb. manevi/yüce makamlar/mertebeler atfetme gayesiyle istismarda bulundukları açıkça anlaşılmaktadır.Bediüzzaman Mehdiyete giden kademeleri şahs-ı manevi olarak nitelendirmiş, şahıslara atıfta bulunmamıştır.



Devam Edecek



#Mehdiyet
#Bediüzzaman
#Mesihlik
8 yıl önce
Mehdiyet meselesi ve darbe-2
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi