|
İstanbullu kim?

Epeyce bir sene önce İstanbul'u dolaşırken Silivrikapı civarında bir ahşap eve rastladım. Etrafı duvarla çevrili bir bahçenin içinde idi. Bahçe bakımsız, ağaçlar kurumuş. Tek katlı ev yıkılacak gibi. Bahçe duvarına bitişik gibi duran eve yaklaştım. Tozlu pencere camları gerisinde yeşil örtüleri ile yatan bir iki sanduka gördüm.



Burası bir tekke olmalıydı. Yolun karşı kıyısına baktım. Bir kahve, bakkal, manav, berber falan. Yürüdüm kahveye girdim. O sıra kahvelerde sigara içiliyor, dumandan göz gözü görmüyor. Bir çay söyledim, kenarda bir masada eski bir gazetenin bulmacasını çözmeye çalışan ihtiyarın yanına yaklaşıp selam vererek oturdum. İhtiyar selamımı üstünkörü aldı, bilmeceye devam etti. Çay geldi içtim. İhtiyara hitaben “Şu karşıdaki ahşap ev nedir acaba?” diye sordum. Bana baktı ve “Bilmem, bu kahvedekiler de bilmez, sen en iyisi esnafa sor” diyerek yeniden bulmacaya döndü. Çıktım. Önce berbere, sonra bakkala sordum. Bilmiyoruz dediler. Nalbur bilirmiş. Nalburun dükkânı az ileride. Oraya vardım. Kendi yok oğlu var. Babam bankaya gitti, dedi. Döndüm, eve geldim Hadikatü'l-Cevâmi'ye baktım, evet orası bir tekke imiş.



Galiba Kılıçzade tekkesi.



Adamlar yıllardır orada oturuyor, her gün o ahşap eve bakıyor ama ne olduğunu merak etmiyor. Bu insanlar bu şehrin sakini, sahibi olabilir mi?



İlk sayısı 1992'de çıkan üç aylık bir dergi var: İstanbul. Belediye Kültür A.Ş.'nin katkılarıyla Tarih Vakfı tarafından yayımlanmış.


İlk sayıya Belediye Başkanı Nurettin Sözen de yazı vermiş. Bu sayının dosya konusu “İstanbullu kim?”



Yazılar İstanbul'u ve İstanbullu'yu anlatıyor.



Çelik Gülersoy'un yazısı (Hangi İstanbullu?) artık binde bir rastlanan nostaljik “İstanbul Efendisi”ni anlatıyor.



“Yoksullaştığı zamanda bile temiz ve özenli giyinen, kişi ilişkilerinde alabildiğince nazik, zor koşullarda yaşayanlara karşı her zaman yardımsever, lisanı gelişmiş... ağaç, yeşillik, doğal güzelliklere vurgun.”



Sema Köksal'ın yazısı (Yerlisi Yok Sahibi Çok) hayli ilginç bir yazı.


Öncelikle Ankara'nın İstanbul'u nasıl dışladığından başlıyor ve bildiğimiz vesayet sisteminin şehre nasıl uygulandığını belirtiyor. “Kent ilk belediye başkanını 1963 yılında seçebilmiştir. Ondan önce bu göreve atanmış valiler yürütüyor. Yani güçlü vali, beceriksiz belediye başkanı”.


1950'de dahi şehirde yaşayan bir milyon kişiden ancak altı yüz bini İstanbul doğumlu. Onlar da ailen nereli kimbilir.



Yeni gelenler şehri yeniden kurdu. İstanbul tarihinin her döneminde göç aldı, göç verdi. Biz hep 1950'den sonra İstanbul'a sel gibi akan göç dalgasına bakıp bu göçmenlerin alayının köylü olduğunu sanırız.



Hatta burnundan kıl aldırmayan aydınlar “Geldiler her taraf kebap kokmaya başladı” dediler ama zaman sonra kebabın iyisi, künefenin kıralı nerede var onlar söylemeye başladı. Hepsi gurme ya.


Halbuki gelenlerin epeyce bir kısmı sermaye sahibi idi (Buna Almancıları da katalım) ve şehre bir dinamizm kattılar. Köylüler ve yoksullar evet işe gecekondu yapmakla başladılar ama, zaman sonra bu gecekondu alanları şehrin içinde kaldı, malikleri apartıman sahibi oldu. İşte bu kalabalıklar şehre damgasını vuran “arabesk” anlayışın temsilcileridir.



Sermaye ile gelenler zamanla işlerini genişletti, şehirle beraber büyüdü, siyasette söz sahibi oldu. Bunların çocukları “Nerelisiniz?” sorusuna direkt “İstanbulluyum” demiyor, aslen şuralıyım diyor.



Asıllarını unutmamak için “Köy dernekleri” kurdular, dayanışma yaptılar, lakin onların çocukları bu derneklere pek gelmedi.

Onlar için “bir yerli olmanın mânası yoktu. Doğru. Artık her yer birbirine benziyor. Şehrin, kasabanın kendine has, tarihi bölgesi

(kalıntısı)

turistik sayılmaktadır.


İstanbul dergisinin “İstanbullu Kim?” sorusuna verdiği cevap net değil. Olamaz da. Çünkü değişmekte, oluşmakta olan bir kimlik bu. Hâlâ öyle.



Ayrım şurada: İstanbullu kendini tarihi yarımadanın kubbeler ve minarelerle oluşan siluetine mi yakın sayıyor, yoksa karşı kıyıdaki gökdelenlere mi?


Her ikisine de denilebilir. Ama geleceği öngörürsek gökdelenler şanslı, sur içi bir “müze şehir”dir artık. Yani yaşamayan, ölü şehir, turistik.

Bazı aydınlar, şehir uzmanları “Müze şehir”e ne kadar önem veriyor. Aslı şu: Maziyi öldür, sokağı bitir, hayat gitsin turist gelsin. Bu mudur yani?



Şehri bir yana bırakalım, yirmi milyona varan nüfusa bakalım. Onlar ne diyor? Ne diyecek:



“Bize her yer İstanbul”.


#İstanbul
#Silivrikapı
#Kılıçzade tekkesi
8 yıl önce
İstanbullu kim?
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir
Yeni tehditler ve Türkiye’nin kurumsal güncellenmesi