|
Sufilik bir ihtiyaç mıydı?
Sufilikle ilgili fikir yürütürken, a)onun ”Hal ilmi” olması nedeniyle özel bir dile (ıstılaha) yaslandığını ve bizim maruz kaldığımız kültürel değişmenin etkisiyle bu dili büyük oranda unuttuğumuzu, b)bugün onu temsil eden kişi ya da kişilerin yetersizliklerini fazla büyüterek, çok öne çıkartarak onun kurumsal gerçekliğini, şahsi gerçekliklere feda etme tehlikesiyle her an yüz yüze olduğumuzu belirtmeliyim.

Bu durumda, iki madde ile sınırlandırdığımız hususları hep aklımızın bir köşesinde tutarak, doğru olduğunu sandığımız şu soruyla, sufilik üzerine düşünme çabamızı sürdürelim:

“Sufilik bir ihtiyaç mıydı?”

Hz. Peygamber'in (sav) ve onu izleyen üç halifenin devrinde sufilik bir ihtiyaç değildi.

Çünkü Hz. Peygamber hayattayken, Müslümanlar merak ettikleri meseleleri ona doğrudan sorabiliyor ve onun peygamber oluşu nedeniyle verdiği cevaplar açıklama, emir, özendirme, sakındırma... yönüyle ilahi kesinlik taşıdığından, ilgili konular da hükümlere bağlanmış olarak genelleşiyordu.

Öte yandan, Hz. Peygamber, merakın nefsin bir hakikati olduğunu bildiğinden ve onun yüzünden dini zorlaştırıcı bir durumun ortaya çıkmamasını teminen, kendisine fazlaca soru yönetildiğinde, Haşr Suresi'nin 7. Ayeti'nde yer alan “Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun.” mealindeki ibareyi, kimi Hadislerinde yer aldığı şekliyle “beni rahat bırakın” ikazını da ekle- yerek tekrarlıyordu.

İlk üç halife de
imam olma
sorumluluğuyla, kendi zamanlarında Müslümanların din ve dünya hakkında sordukları soruları aynı hassasiyetle cevaplamışlar, yanlış anlamalarda, bidata dönüşme istidadı bulunan konularda daima uyarıcı olmuşlardı. Onların dini bizzat Hz. Peygamber'in dizinin dibinde öğrenmiş olmaları nedeniyle, cevapları da (kesinlik, ikna etme açısından) Hz. Peygamber'in verdiği cevaplarınkine benzer bir tesiri gösterebiliyordu.

Dördüncü halife Hz. Ali'nin (ra) devrine gelindiğine ise bu durum iki nedenle değişmiş gibi görünüyor:

1-İmametle ilgili Hz. Osman (ra) devrinde başlayan ihtilaflar su yüzüne çıkmış ve Müslümanlar arasında bir tür restleşmeye dönüşerek, ilgili görüşlerde de taraftarlık etkisi ağırlık kazanmış, 2-Fetihler tamamlanma aşamasına geldiğinden, Zerdüştilik, Budizm ve Yunan felsefesiyle doğrudan temasın şartları da oluşmaya ve ilk etkilenmelerle birlikte Müslümanların özellikle “vücud, varlık, yaratılış, alem, Tanrı-insan ilişkisi, kutsiyet vb.” konularındaki soruları bir ya da birkaç kişiyle cevaplanamayacak oranda çoğalmıştır.

Hz. Ali'nin tam da bu süreçte sufi bir
figür
olarak öne çıkartılması ise ayrıca üzerinde durulması gereken önemli bir husustur. Özellikle hakikat konusunda, doğrudan Hz. Ali'yle ilişkilendirilen görüşlerde, açıklamalarda meydana gelen artış, giderek Hz. Ali'nin bunlarda özel yetkiye sahip olunuşuna kadar dayandırılmıştır.

Zikredilen kültürlerin (Vedanta felsefesi… vd.) etkisiyle artan daha özel sorular bir yana, doğrudan örneğin Kabe, Hecrü'l-Esved, Safa, Merve (Bakara suresi, 158), Arafat vb. Allah'ın işaretleri olarak sembolleşen şeyler üzerinden bunların hakikatleriyle ilgili sorular üretilmiş, hatta “O ilktir, sondur, zâhirdir, bâtındır. O, her şeyi bilendir.” mealindeki ayetin (Hadid Suresi, 3) muhtelif şekillerde tevilinden, söz konusu felsefelerle yarışacak veya onları alt edecek ya da onlarla uyumlu hale getirilebilecek cevaplara ulaşılmaya çalışılmıştır.

Elbette Hz. Ali'nin batınla ilgili konulardaki ve dini sembollerle ilgili yorumlarındaki yetkinliği tartışılabilir bir husus değildir. Ancak sufiliğin ondan hareketle bir meşruiyet arayışına girişmesi, başta Batınilik olmak üzere, deyim yerindeyse
Farsların kendilerini yenen Müslüman Araplardan adeta intikam alma kastıyla ürettikleri dini heterodoksinin
onu rehber edinmesi, sufilik planında sorgulanması gereken bir husustur.

Çünkü söz konusu oluşumlarla birlikte sufilik, aynı zamanda İslam dünyasında genel bir ihtiyaca dönüşmüş ve ne yazık ki, bir kere ihtiyaca dönüşebilen bir şeyin, siyasi iktidarlar tarafından başka bir şeyin ihtiyacına da dönüştürülmesi ise giderek teamül haline gelmiştir.

Burada “mezhepler de başlangıçta ihtiyaç değildi, sonradan ihtiyaca dönüştü” denilerek, bu, sufilik ve ihtiyaç ilişkisinin bir gerekçesi olarak ileri sürülebilir.

Bu nedenle sufilikle mezhepler arasındaki şu önemli farkı belirtmemiz gerekir:

Mezheplerin ortaya çıkışı
amel
(Fıkıh), sufiliğin ortaya çıkışı ise
ontoloji
esaslıdır

Fıkh'ın dayandığı “Kelâm, konusunun mutlak mevcut olması hususunda kendisiyle ortak olan metafizikten şu bakımdan ayrışır: kelâmdaki inceleme, metafizikteki incelemenin aksine İslam kanununa göre yapılmaktadır. Metafizikte ise ister İslam'la uyuşsun isterse de uyuşmasın metafizikçi filozofların akıllarının kanununa göre yapılmaktadır.”

Seyyid Şerîf Cürcânî'nin
naklettiği ve el-Gazzâli'nin de aralarında bulunduğu bir grup kelamcı tarafından ileri sürüldüğünü belirterek, iki bakımdan sorunlu bulduğu bu görüş, öncelikle
Müslümanca bir perspektifi
temsil etmesi bakımından mühimdir. (Geniş bilgi için bkz.: Şerhu'l-Mevâkıf, Çev.: Ömer Türker, TÜYEK Yay., İst. 2015)

Aynı perspektife göre,
sufilik
ontoloji esaslıdır
dediğimizde ise, kastettiğimiz felsefe ve metafiziktir.

twitter.com/OmerLekesiz
#sufilik
#ontoloji
#Fıkıh
9 yıl önce
Sufilik bir ihtiyaç mıydı?
Bayraklı gangsterler!..
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?