|
Tasavvuf mirasımız
İslam metafiziğinin züht devrine ait ilk kaydi bilgisi olarak kabul gören,
Ebü'l-Hasen Alî b. el-Hüseyn b. Alî b. Ebî Tâlib
'in (ks., ö. 94/712)
es-Sahîfetü's-Seccâdiyye
adlı eseriyle başlayıp,
Haris el-Muhâsibî
'nin (ks., ö.243/857) eserleriyle gelişerek, tasavvuf devrinde
Cüneyd-i Bağdâdî
'nin mektuplarından, günümüzde yazılan son esere (tabakat kitapları dahil) kadar binlerce kitabın muhatabı ve mirasçısıyız.


Bu mirası, kendi zamanımızın (ve nasibimiz, imkanımız ölçüsünde geleceğin) düşüncesi için, en doğru, en yararlı şekilde tedavüle sokmak zorundayız.



“Kitap ve sünnet varken, bu ikisine göre sorunlu olan o mirası reddedip, kurtulalım” demenin hiçbir değeri yoktur.



Çünkü bunu söyleyebileceklerin hiç birisi

İbn Teymiyye'nin

(ra) dizinin dibinde yetişerek

Medâricü's-sâlikîn

'i yazan

İbn Kayyim El-Cevziyye

kadar alim ve dînî bilgiyi korumada onun kadar hırslı olamayacaklardır.



Dolayısıyla bizim, kendi sosyal rolümüzü (mesleğimizi, uğraşımızı) gözeterek belirleyebileceğimiz bir tutuma göre söz konusu mirastan yararlanmamız doğru bir seçim olsa gerektir.



Bu manada, şu sıralamayı yapmamız ve izlememiz yararlı olabilir:



1-

Fakihler

: Şer'i usül ve esaslara bağlı olarak verdikleri kimi hükümlerle, genel fikri faaliyetlerinin tasavvufla (şimdi tarikatlarla) çatışması halinde, bizim fahiklerin hükümlerini ve düşüncelerini seçmemiz kaçınılmazdır.



2-

Fakih-mutasavvıflar

: Metafizik düşünceleri, kanaatleri ancak şer'iatla bağdaştırarak onayan ve dile getiren bu zatların, fikhi hüküm ve düşüncelerine tabi olur, metafizik düşüncelerini ise makul bir eleştiri payını gözeterek benimseyebiliriz.



3-

Mutasavvıflar

: Metafizik düşüncelerini şer'iat içinde izah ettiklerinde, bunları eleştirme hakkını elimizde tutarak, kendi düşüncelerimizi beslemek, geliştirmek ve hatta doğrultmak için elimizin altında tutabiliriz.



İkinci ve üçüncü gruptakilerden devraldığımız tasavvuf mirası, yukarıda belirttiğim gibi kendi mesleğimiz, uğraşımız doğrultusunda ancak özelleştirilmiş bir işleve dahil olarak tedavüle sokulabilir.



Burada şu hususun gözetilmesi elzemdir: Tasavvuf mirasımız, günümüzdeki düşüncenin, sanat nazariyatının ve felsefenin gelişmesinde, yeni açılımlar kazanmasında, hatta yeniden yapılanmasında çok önemli katkılar sağlasa da, onun kendisi olarak kalma, kendi hakikatini koruma hakkı asla ve asla ihlal edilmemelidir.



Aksi halde tasavvuf mirası bu zamana mahsus düşünmeye, sanat nazariyatına, felsefeye indirgenmiş ve dolayısıyla

öz

yeni formların yaratılması için feda edilmiş, alegorik bir dille söylersek bir bülbül eti için kesilmiş olunur.



Nitekim biz, onüçüncü asırdan itibaren

Sadreddin Konevî'nin

(ks.; ö. 1274),

Dâvûd-i Kayserî'nin

(ks.; ö. 1350),

Abdülkerîm el-Cîlî

'nin (ks.; ö. 1428),

İbn Arabî

'ye (ra.) yaslanarak ürettikleri

Vahdet-i Vücud

nazariyesinden kaynaklanan büyük bir karmaşanın mahkumları olarak,

Muhammed İhsan Oğuz'un

(ks., ö. 1991) kelimeleriyle

Tasavvuf-u dînî

ve

Tasavvuf-u felsefî

arasında bocalıyoruz ki, tasavvufa ve tarikatlara ilişkin bugünkü tartışmalarımız da öncelikle bu geçişkenlikten ve bunun ürettiği kaygan zeminden doğduğu ve sürdüğü için, sahih ve sabit bir maksada yönelemiyor.



İbn Arabî'nin tasavvufu kurumlaştıran bir zat olmakla birlikte, tasavvufun fevkinde bir düşünceye ve metafizik tekliflere sahip olduğu bilinen bir husustur.



Dolayısıyla biz, tekbaşına onun bıraktığı devasa mirası ancak uğraşımızı hedefleyerek, diğer bir söyleyişle belli yönde bir faydayı gözeterek okuduğumuzda doğru değerlendirmiş olabiliriz.



Bu durumda birimiz felsefeyi, diğerimiz sanatı, bir diğerimiz tasavvufu gözeterek onu okuduğumuzda, Hazretin düşüncelerinin kendini daha iyi ele vereceğine, inanıyorum.



Bunu bir nedenini de, onun gibi mürebbi, ilmihalci, mutasavvıf, felsefeci, şair, edebiyat nazariyatçısı, gökbilimcisi… ilh. olmanın, günümüz eğitim ve öğretim sisteminde artık bir kişide buluşabilmesinin imkansızlığına bağlıyorum.



Öte yandan, tasavvuf mirası geçmişteki siyasal ve sosyal şartlarından büyük oranda bağımsızlaşmış, saf ve samimi bilgiye dönüşmüş olarak bize ulaşmış bulunuyor.



Bugün tarikatların, modernizme karşı bir dindar tepkisiyle oluşmadığı, bilakis tasavvufun modernizmin içinde dindar olarak yer alabilmenin koşullarına tabi olmasından (vaziyet almasından, konumlanmasından) kaynaklandığını söyleyişimize benzer sosyolojik belirlemeleri tasavvuf mirası için yapmamıza ve dolayısıyla fincancı katırlarını ürkütmemize de gerek yoktur.



Son tahlilde önemli olan ise, bunları gözeterek yeni düşünceler geliştirirken, tasavvuf bahçesinde sadece üzüm yeme değil, üzümü edebiyle yeme karalılığında olmamızdır.



Bu durumda bir fakih kendi sorumluluğunca davranacak, bir tarikat şeyhi, münevver, felsefeci, sanatçı, sanat nazariyatçısı, edebiyatçı da (kimi şeyleri yanlış söylemiş de olsalar, şimdiki zamanda doğrunun düşünülmesine neden olmaları bakımından önceki hazretlerin karşısında hürmetli bir duruşla durarak) kendi faydasınca hareket edebilecektir.



Mirasyedi olmak kadar mirasın münkiri olmak da kolaylaydır; mirasa sahip çıkmak ve onu çoğaltarak gelece aktarmak zordur.



Kolaya alışanlar ise bu zorluğun değerini anlayamazlar.


#İslam metafiziği
#Tasavvuf
#İbn Arabî
8 yıl önce
Tasavvuf mirasımız
Tevradî bir mitin Kur’anî bir kıssa ile tashihi
i-Nesli anlaşılmadan siyaset de olmaz, eğitim de…
İç talebe ilişkin öncü göstergeler ilave parasal sıkılaştırmaya işaret ediyor!
Enerjide bağımsız olmak
Târihin doğru yerinde durmak