|

Birazdan, bu yazıyı yazdıktan sonra, Çerkezköy''e doğru yola çıkıyorum. Mahallemizin eski ve güzel delikanlısı, sevgili Ahmet Alemdar ağabeyi bulmam gerekiyor. Kaval onda çünkü. Büyük, uzun bir mis kavalı bu. Tarihi bir kaval. Nereden, hangi asırdan kaldığını bilmiyorum. Onun babası sevgili Ali amca, rahmetli olmadan önce bu kavalı bizim oralarda en iyi çalan adamdı. Ona da dedesinden mi kalmış? Bilmiyorum. Belki Rum atalarımıza kadar iniyor bu Kaval''ın tarihi. Hep bizim evde bulunurdu. Çünkü, Kaval''ın dilinden anlayan son mohikan, tek isim, sevgili amcam İsmail Yusuf''tu. Tarihî miras artık onundu. Bu kaval benim somut çocukluğumdur. Onunla 10 yıl sonra, ilk defa bu akşam karşılaşacağım yeniden.

Amcam, çoğunlukla uzun kış gecelerinde ara sıra çıkarırdı Kaval''ı. Sineklerin Tanrısı''ndaki Ralph gibi, eline onu aldığında herkes susmak zorundaydı. Ama ne susmak! Biz çocuklar, belki de sadece Kaval''ı sevgili amcamızın elinde gördüğümüzde bu kadar isteyerek susardık. Bu kadar huşuyla susardık. Bu kadar içten ve sabırsız susardık.

Baş köşeye bir şaman gibi kurulmuş olurdu o..

Kaçak tütünden sarılmış sigarasını kenara bırakır, Kaval''ı sert kaçak tütün yüzünden sararmış bıyıklarının altına ustalıkla yerleştirir, gözlerini yavaşça kapardı. Hikâyemizin sonrasına, uzun kış akşamımızın sonrasına, hayatımızın sonrasına artık “Kaval” vaziyet ederdi. Bizler, bir hipnoz aletiymiş gibi, dört bir yanda çipil çipil yanan gözlerimizle onun o kırık, yanmış, içli sesini dinlemeye koyulurduk kardeşlerimle birlikte. Amcamızın birer körük gibi şişip inen yanaklarına hayretler içinde bakakalırdık. Deliklerin üzerinde, sesi titreten ve müziğe büyülü devinimler kazandıran parmaklarına bakakalırdık: Kaba ve nasırlı olmalarına rağmen ruhumuzun acemi kıvrımlarına hayatın en derin estetiğini sindiren parmaklarının bu beklenmedik, bu ipincecik maharetine hayretler içinde, ürpererek bakakalırdık.

Evet, birazdan Çerkezköy''e doğru yola çıkıyorum. Trabzon''dan taşınalı çok oldu Ahmet ağabeyler. Kaval''da sarıldı sarmalandı, yola koyuldu onlarla. Şimdi onu vatanına geri götürmek benim boynumun borcu artık. Yabancı bir kültürün içinde, çengiyle zurnayla şenlenmiş Trakyalarda bu kadar suskun ve garip kaldığı yeter.

Ama bakmayın siz. Sabrımın bardağını bambaşka bir damla taşırdı aslında.

Geçenlerde sevgili dostum Sadık Battal''la, onun arkadaşı, Kalan Müzik''in sahibi Hasan Saltık''ı ziyaret ettik. Kalan, bence son yıllarda Türkiye''nin en önemli kültür hareketi. Her yeni eserini gözüm kapalı aldığım nadir yayın kuruluşlarından biri. Ama almadığım, alamadığım eserler de vardı. Onları, sağ olsun bizlere temin etti Hasan Bey.

Geldim. Bilgisayarı açtım. Ellerimi Ürgüplü Refik Başaran''ın, İzak Algazi Efendi''nin, Anadolu Ninnileri''nin, Gazeller''in üzerinde gezdirdim uzun uzun. Onları iyice elledim, kokladım, sevdim. Bu ön-görüşmeden sonra jelatinlerini sabırsızlıkla açmaya başladım. CD player''ın kapağını kapattım. Birol Topaloğlu''nun derlediği Lazeburi''ydi bu. Şöyle bir gezindim biraz. Sonra son parçayı, 21.''yi açtım. Ve Kaldım! Bu ne acımasızlık! Bu nasıl bir müzik! Bu ne tuhaf bir şey!

Ben birazdan, bu yazıyı bitirip kalkıyorum. Çerkezköy''e doğru. Sesini uzun yıllar sonra aniden duyduğum kültürümün, kişisel tarihimin en önemli yer-altı kaynağına doğru…

17 yıl önce
Kalan
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…
Direniş meşrudur, tükür kardeşim
Columbia’da ‘Filistin’le Dayanışma Çadırları’