|
Şehvetin oğlu olma!

Kelimeler, düşüncenin aciz elbiseleri... Sadece düşüncenin mi? Hayır! Hislerimizin de aciz elbiseleri kelimeler...



İnsan düşündüklerini ve hissettiklerini kelimeler aracılığıyla bir başkası ile paylaşıyor. Düşünce ve his, kelimelerin elbisesine bürünerek arz-ı endâm ediyor. Hakikate temas edebilen düşüncenin, kalbe bir kurşun gibi düşen sızının kelimeye ihtiyacı yok gerçi. Hakikat sahibi bu işlerin söze gelmeyeceğini idrak ettiği için kelimeden müstağnî, ulvî sızının kalbine sahip olduğu kişi ise bir başkasına bunu ifade etmeye ihtiyaç hissetmeyecek kadar derdiyle hoş olduğu için kelimelerden berî. Birincisi, bir başkasına duyurmakla anlatamayacağı için sükût içre, ikincisi bir başkasına anlatmakla duyuramayacağı için. İki durumda da kelimeler aciz.



Ağaç dikmek isteyenin elinde kazma kürek, yazı yazmak isteyenin elinde kalem kâğıt, su içmek isteyenin elinde sürahi bardak ne ise, bir şey ifade etmek isteyen dilinde kelime ve cümle o. Gaye değil, alet sadece

. Fidanın kalitelisini bulup, toprağın mümbit olanını aramak dururken kazma küreğin sapıyla meşgul olmak niye?

Söyleyecek sözün yokken tomarlarla kâğıt desteleyip, bin bir çeşit kalem biriktirmek niçin?

Avuçlarını pınarın altına tutup kana kana su içmek dururken, susuzluktan dudakların çatlayasıya kan ter içinde kalarak sürahinin nakşı, bardağın deseni ile uğraşmak neden? Ârif bir zât, okuduğu şiirlerdeki kelime hatalarından hareketle kendisini ikaz eden akıllı talebesine der ki: “Sûrete takılıp kaldığın müddetçe mânânın kokusunu alamazsın” Kelime sûret, esas olan mânâ. Kelime zarf, mazruf olan mânâ.



Kelime yani sûret, yani zarf, yani elbise, dudaklarımızdan dökülüyor. Mazruf, yani o elbisenin kendisi için dikildiği mânâ, yani maksûd kalbimizden doğuyor. Sözün muhatap üzerindeki etkisi suretten çok mânâya dönük. Zarfın allı pullu oluşu muhatabı en fazla söz sahibine hayran ediyor, hepsi bu. İstifâde? O mazrufta saklı. Hatta zarfın içine koymak üzere hazırladığımız düşünce yahut hissin kalbimiz ve aklımızdaki karşılığında... Ve hatta o karşılığın kendisinden neşet edeceği kalbimizin saflığında, aklımızın duruluğunda saklı. Bedelini ödemediğiniz hakikatin, hazmetmediğiniz fikrin, tatmadığınız hissin tellalı olursunuz, sahibi değil. İnsan sahip olduğu şeyi bir başkasına ihtiyaç olmadıkça gösterme derdine düşmez. Tam tersi durumlar içinse ataların irfânına kulak vermek yeterli: El atına binen köy içinde inermiş. Selam olsun Salih Baba'ya: “Âşıkların sözlerini alıp satan âşık mıdır? / İçini görmez sarayın vasf eder duvarını.”



Aynı cümleyi iki farklı insandan duyduğumuzda bizde uyanan hayranlık ve istifâde farklılığını neyle izah edeceğiz? Asıl olan kelime olsa idi, aynı cümleyi aynı kelimelerle ifade eden iki insanın da bizde aynı etkiyi uyandırması beklenmez miydi?



Mâzinin İstanbul'u... İnsanlar bir eşkıyanın elinden illallah etmiş. Son çare, ârif bir zata diyorlar ki; “Efendim bir de siz nasihat etseniz” O zat eşkıyanın kulağına bir cümle söylüyor, adam bir tesbih gibi yere yığılıp kalıyor. Aman efendim diyorlar, ne dediniz ki böyle oldu? Ârif mahcup: “Allah'tan kork!” dedim, hepsi bu.



Allah'tan kork! Hepimizin bildiği, hepimizin kolaylıkla ifade edebileceği, çok basit, iki kelimeden oluşan bir cümle bu. Asıl olan dudaktan dökülen sözler olsaydı her birimiz bu cümleyi bir günahkâra söyler ve onu günahından vazgeçirebilirdik. Ama asıl olan söz değil sözün döküldüğü dudak, dahası o dudağın kendisine bir yol bularak kıpırdadığı kalp.

Sözün sûret kelimenin âciz olduğunu ispat için Allah'tan kork dediğimiz günahkârın günahından vazgeçmemesi delil olarak yeter. Kalbin kalp, dudağın o dudak olduğu yerde söze gerek olmadığını ispat için, “Allah'tan kork” hakikatini bilmemize rağmen günah işlemeye devam etmemizden başka delil aramaya gerek var mı?



Kelimeler... Âciz kelimeler... Aczini ifade için bile kendisine muhtaç olmakla aczimizi bize kelimesiz anlatan kelimeler. Kelimelerimiz güzelleştikçe başkasının iltifatına, kalbimiz kıvam tuttukça kendimizin kemâlâtına kapı aralanıyor. Kendimizi adam etmek büyük dava, çileli iş, çetin kavga... Kalbin kıvam tutacak diye kendinle edeceğin kavganın haddi hesabı yok. İçinde iki adam olacak, sürekli kavga edecek ve kim kazanırsa kazansın dayağı yiyen sen olacaksın.

Kalbine kıvam tutturmaya gönüllü olmak yürek ister!


Başkasının iltifatına muhatap olmak öyle mi ya? Güzelleştir kelimelerini, kur fiyakalı cümleleri, tak takıştır, çık meydan yerine; sonra övgünün, alkışın bini bir para. Bu sözler senin değilmiş, sen bu sözlerin adamı değilmişsin, o mevzu öyle değilmiş ne gam? Alkış var, daha ne olsun?



Kelime ve alkışın evliliğinden bir çocuk doğuyor, adı şehvet. Şehvetlerin en büyüğü iki dudak arasından doğuyor: Güzel söz söyleme şehveti. Hazindir ki bu çocuğun babası şairler değil sadece, din anlatan adamlar kronik çocuğu bu şehvetin. O adamlar bu şehvete bir müptela oldu mu, hele bir de iltifatın tadını aldı mı, seyreyle gümbürtüyü.



Din anlatan adamın içine bir tohum olarak düşen bu şehvet, alkışı görünce kök salmaya, reytingin tadını alınca dal budağıyla bütün bünyeyi sarmaya başlıyor. Etrafına toplanan kalabalıklarla çiçeğe durup meyveye durunca, dalları bastı kiraz!

Alkışın daha coşkulusu, iltifatın daha büyüğü, kalabalığın daha çoğu için verilemeyecek taviz yok. Milletin itikadı alt üst olmuş, ümmetin imanı elden gitmiş, dini hiç bilmeyenler din diye senin safsatalarına inanıp dinden çıkacak raddeye gelmiş, kimin umurunda?


On dört asırdır tek bir açık nokta kalmamacasına söyleneni ben de aynıyla ifade edersem insanlar benim farkımı nasıl anlayacak sorusu bu adamları baştan çıkarıyor. Mesele, derdi anlatmaktan çıkıp kendini fark ettirme derdine böylelikle dönüşünce, din anlatan adamı tutabilene aşkolsun.



Başlangıçta güzel ve farklı söz söylediği için alkışlananlar, hastalığın ilerleyen evrelerinde daha fazla alkışlanmak için söyleyecek farklı söz aramaya başlıyor. Zarfı süslemekle çıkılan yolda mazrufu tahrif etmek böylelikle caiz oluyor. Sûreti cilaladıkça alkışı görüp yoldan çıkanlar, mânânın ırzına kast etmek için fetva bulmakta hiç de zorlanmıyor.

Ne kader bahsi kalıyor ortada, ne Mehdi meselesi, ne sağlam hadis-i şerif, ne kendilerinden başka âlim, ne sevenlerinden başka muvahhid, ne yollarından başka yol. Bu kahrolası şehvet Âdem'e (a.s) baba bulmaya, oradan da hâşâ “Allah'a meydan dayağı çekerler” cümlesini kurabilmeye kadar gidiyor.



Keşke diyorum, sözlerini güzelleştireceklerine dudaklarını temizleseler evvela. Muhtevanın farklılığıyla prim yapmayı bırakıp kalplerine muhteva kazandırsalar, keşke…



Keşke güya anlatma derdine düştükleri İslâm'ın değil, farklı söz söyleme şehvetinin oğlu olduklarını fark etseler. Soyadlarını değiştirecek kadar dünyaya çalışan akılları, isimlerine layık olacak kadar, hiç olmazsa halel getirtmeyecek kadar ukbâya da çalışsa keşke!


#İslam
#İstanbul
7 yıl önce
Şehvetin oğlu olma!
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?
Nazlı seçmen günlerinde siyaset