|
23 Nisan, Prens George vd…

Modern dünyâ, zihinlerimizi “doğrusal” ilişki ve işleyişler ve “ayrımsal” kategorilerle donatıyor. “İnsanlar doğar, yaşar ve ölür” demek hayatın doğrusal olarak tanzimini imler. Diğer taraftan; çocukluk, ergenlik, gençlik, olgunluk ve yaşlılık ayırımları, hayât denilen sürecin aşamalarını ortaya koyar. İlk bakışta sorun yok gözüküyor. Hâlbuki, bu geleneksel olarak böyle değildir. Bildik bir balad, “Ben doğarken ölmüşüm” diyor. Farklı kombinezonlarda yaşanan; meselâ hayâtın içindeki ölüm; ölümün içindeki hayât; ergenlik, gençlik, olgunluk ve yaşlılık içinde yaşanan çocuklukları modern zihniyet kabûl edemiyor. Birer ârıza olarak değerlendiriyor.



Aslında bu ayırımlar modern dünyâya özgü “işbölümlerinin” birer fonksiyonudur. Doğrusal ve ayrımsal olarak düzgünleştirilen bir hayât içinde yerlerimizi almamız istenir. Hayât ise sürekli ârıza veriyor. Bununla yüzleştiğimizde ise, genellikle “onarımcı” bir tavır takınıyoruz. Ama bütün bu tavır ve girişimlere rağmen ârızalar, çaplarını büyüten karadelikler olarak devâm ediyor.



Çocukların önemsenmesi, hak ve hukuklarının teslim edilmesine dönük bir moral-siyâsal girişimin başlatılması modernizmin meselesidir. Gelenekte çocuklara, şefkât gösterilse bile özel ve özerk bir değer atfedilmez. Modernist, çocuğu bir özne olarak tanımlar ve geliştirmek ister. Bunu yaparken de çocuğun geleneksel dünyâda uğramış olduğu “haksızlıkları” gerekçe yapar. Hâlbuki durum böyle değildir. Yine analitik değil, diyalektik olarak izini sürelim: Nesnel olarak modern süreçler, genel anlamda insan emeğini nesneleştirdiği süreçlere kaçınılmaz olarak bedenen güçsüz olan kadın ve çocuğu kattı. Kârın kendi asimptotunda kendisini sonsuzlaştırdığı bir süreçte “mâliyetleri” azaltmak için yaptı bunu. Yâni bugün ortada bir “çocuk” sorunu varsa bunun sorumlusu bizzât modernliğin kendisidir. Nesneleşen çocuğu kurtarmak ve onu bir özne hâline getirmek isteyen “modern” bakışın ise iki açılımı olabilir. İlki çok mâsum gözüküyor: Buna göre çocuğu hayâta hazırlamak iddiası üzerinden insânî anlamda bir kalite artışı sağlanmak istenir. Bu, büyük ölçüde “çocuk yetiştirmek”, onların “iyi eğitim almasını“ ve “iyi yaşamasını sağlamak” üzerinden şekillenen bir orta sınıf ebeveyn ideolojisidir. Ama neresinden bakarsak bakalım, aslında çocukların rızası alınmadan onlara yüklenen ve “modernliğin içindeki paternalizm” olarak değerlendirebileceğimiz bir şeydir bu. Ve aslında Foucault'nun isâbetle ortaya koyduğu gibi, onların öznelleşmesini değil; bir "üretim” ağı için, “yetiştirilmek”, “ehlileştirilmek” “adam edilmek” gibi edilgenleştirici mekanizmalarla disipline edilmesini hedefler. Hâsılı onun özneleştirilmesine değil, nesneleşmesine hizmet eder. Unutmayalım modern paternalizm, geleneksel paternalizmden daha berbat bir şeydir.



İkincisi ise “çocuklara” yapılan haksızlıkların giderilmesini; meselâ büyükler tarafından istismâr edilmesini engellemek gibi ahlâkî bir açılımı vardır. Burada yine bir gizli körlük işler. Son Ensar Vakfı olayında olduğu üzere, “iyi büyükler” ve “kötü büyükler” ayırımından hareket edilir. Buna göre “kötü büyükler” yok edilirse, “iyi büyükler” galebe çalacak ve sorun çözülecektir. Bununla da yetinilmez ve “kötü büyükler” bir dinle berâber anılır. Aslında kötü büyükleri var eden “kötü bir dindir”. Modern zihin, çocuk istismârının modern dünyânın ayrılmaz bir parçası, en yaygın olduğu yerlerin cinsel özgürlüğün en ileri örneklerini veren Batılı toplumlar olduğunu, benzer bir olayın bu memlekette en ileri Batılılaşmayı savunan Aziz Nesin vakfında da yaşanmış olduğunu unuturlar.



Geç modernliğin yaşandığı günümüzde,çocukların her anlamda nesneleştiği, ucuz emek olarak kullanıldığı, onbinlercesinin savaşlarda öldüğü, âillesiz kaldığı, kaybolduğu nesnel süreçler derinleşerek devâm ediyor. Diğer taraftan ise garip bir başka dönüşümü yaşıyoruz. En azından ideal hayât örüntüsünü veren yeni orta sınıf âilelerde ve onların yeni ideolojisinden artık paternalizm çözülüyor. Bunun yerini, bir zamanlar Fethi Gemuhluoğlu'nun dikkât çekmiş olduğu “veledperestlik”, yâni çocuk merkezli bir başka dünyâ alıyor. Tabiî ki bunun sebebi, en büyük dürtülerini tatminsizlikten alan bir tüketim ağını kurmaktır. Çocukluğun kutsanması üzerinden yapılıyor bu. Çocuk, doymaz ve her şeyi denemek ve tüketmek ister. Anlıyoruz ki çocuk önce üretimde nesneleştirildi. Bugün ise tüketim üzerinden nesneleştiriliyor. Geç modern dünyânın çocuk kutsaması bu yüzden.



Artık çocuklarımıza eskisi gibi söz geçiremiyoruz. Bizi dinlemiyorlar bile. Teknolojik üstünlük onlarda. Eskiden gençler âilelerini geri kalmış olmakla suçlarlardı. Bugün “bir damla” çocuklar ebeveynlerini “cehâlet ve “beceriksizlikle” küçümsüyorlar. Ebeveynler ise çâresiz. Buldukları en kolay yol, çocuklarının “başarılarını” ve “becerilerini” birbirlerine anlatıp, kendi “eksik” hayâtlarını telâfi etmeye çabalamak. Daha beteri, onları rol modeli olarak almak. Olgunlaşma ideali artık çöktü. Çocuklara gösterilen aşırı ilgi, aslında onlarla geçmodern dünyânın en büyük ayrıcalığı hâline getirilen “çocukluğa” ortak olmaktır. Durumlarına çok üzüldüğümüz(!) bir “siyah” çocukluk var tabii... Ama bunun yanısıra bir “beyâz“ çocukluk daha türedi; içinde çoktan kaybettiğimiz mâsumiyetlerimizi aradığımız. Yüzbinlerce Sûriyeli çocuğun telef olduğu bir zamanda Obama çiftinin ziyâret ettiği İngiltere'de, iki yaşındaki sevimli, gürbüz, robdöşambrlı Prens George ile verdiği ve tüm dünyâya servis edilen pozlar bunu anlatıyor. Nihâyet “büyüklerin” eşitisizliklerine çocukları da ortak etmeyi başardık. Âferin bize…



Afedersiniz; 23 Nisân Çocuk bayramınız kutlu olsun…..


#23 Nisan
#Prens George
#Geç modernlik
8 yıl önce
23 Nisan, Prens George vd…
Zamanda ve mekânda bir uyanış: Sîdî Ukbe Ulucamii
19 Mayıs’a 10 gün kala…
Uluslararası doğrudan yatırımları çekmek
Enflasyon, döviz kuru beklentileri ve CDS
İsrail ve Batı’nın çifte standardı