|
AB çökerken…

Evvelâ Almanya; ardından Avusturya, İsviçre ve nihâyet Hollanda zincirleme olarak Türkiye'yi bütünüyle dışlayan karar ve uygulamalara imzâ attılar. Biz de bu durumda yazının başlığını gönül rahatlığı ile koyabildik. Bunun ardında basit olarak Türkiye ve İslâm alerjisinin yattığını söylemek yetersizdir. Ortada daha vahim bir durum var. Bu da; söz konusu yaklaşım ve uygulamalarla AB'nin, şampiyonluğunu yaptığı “kurucu değerlerini” kendisi çiğner hâle gelmiş olmasıdır. Tabloyu gönül rahatlığıyla AB'nin “târihsel çürümüşlüğü” olarak tescil edebiliriz. Lahey Adâlet Divânını coğrafyasında barındıran bu “Lâle” ülkesinin , diplomatik pasaport taşıyan, üstelik kadın olan bir Türk bakan ve Hollanda'da Türkiye Cumhûriyetini temsil eden diplomatlara revâ gördüğü muamele kendi iflâsının ilânıdır. Netice Türkiye açısından ağır olduğu kadar; bence ondan daha fazla Hollanda ve Hollanda'nın temsil ettiği varsayılan ve kıt'asal kuşatıcılığı olduğu iddia edilen bütün değerlerin akıbeti açısından daha ağırdır. Durumu ârızî görmek ve hissî değerlendirmelere konu etmek son derecede yetersizdir. Mesele çok derinlerdedir ve güncel olarak yaşananlar; bu derin cerahatin yüzeye vurup dağılmasıdır sâdece…



Filozof Levinas, Batı felsefesinin esas meselesinin ontolojik saplantıları yüzünden sorumluluk temelindeki etik meseleleri ıskalaması olduğunu yazıyordu. Siyâsetin modern Batı'daki reel, nesnel yapılanması “sorumluluk” gibi etik bir ilkenin zorunlu olarak dışlanmasını doğurdu. Batı'nın bütün etik iddiaları sorumluluk ilkesinin dışlanmasına dayandığı için pekişik bir kıvama ulaşmadı. Sorumluluk derin anlamını “öteki” karşısında bulur. Değilse anlamı yüzeyselleşir ve buharlaşır. Meselâ “herkes kendisinden sorumludur” ifâdesi tam da bunu anlatır. Nitekim Batı'nın sorumluluk dâiresi pratik-kültürel düzeyde sâdece bu kadardır: Kendinden sorumlu ol; gayrısını boşver…



Modern Batı'nın kendi değerlerini fetişleştiren; cümle âleme bu değerler üzerinden bakan; bunların karşılığını birebir bulamadığı târihsel-kültürel çevreleri ise mahkûm ederek dışlayan yaklaşımı, zaman içinde kendisi için ağır bir soruna dönüştü. Sorumluluk etik'i saflıkla bitişmiyor. Eğer “öteki”nden sorumlu olabiliyorsan, bunun pratikleri içinde “kendinin” de dönüşmesine rıza göstermelisin. Sorumluluk; içermeyi ve içerirken de dönüşmeyi peşinen zorlar. Muhatabını bir özne olarak görmektir bu.



Doğrusu, feodal rekâbet ve çatışma ortamında, ağır bedeller ödedikten sonra Batılı güçler bunu kendi aralarında şöyle, böyle başardılar. Hristiyanlığın ortak paydasını oluşturduğu bir kültürel ağ ve bunun coğrafî zemindeki karşılıkları üzerinde sağlanan izâfî bir başarıdır bu. Burada “öteki”, aslında “benzeri” anlamına geldi. Nihâî tahlilde “benzeri” olan “ötekiyi” dinlemeyi, onunla müzâkere etmeyi ve ortak yaşamayı bayağı bir öğrendiler. Bu, sorumluluk etik'ini, “ilke” olmaktan çok “değer paylaşımı” temelinde başarmaktır. Meselâ , Katolik çoğunluklar ile Protestan çoğunlukların hâkim olduğu havzalar arasında sağlanan “yatışma “ buna misâl verilebilir. Avrupa çoğulculuğunu da büyük ölçüde bu sağladı. Müslümanlar Kıt'anın Batı'sından atılmışlardı. Doğu'da ise Türklerin varlığı devâm ediyordu. I. Genel Savaş ile Osmanlı mühim bir ölçekte Avrupa'dan söküldü. Merkezdeki sıkıntı Yahudilerdi. Katolik ve Protestan enerjileri birleştirerek Anti-semitizm ile bunun üstesinden gelmeye çalıştılar. Ama yüzlerine gözlerine bulaştırdılar. II. Genel Savaş sonrasında Yahudi-Hristiyan sentezle bu da aşıldı.



Avrupa dışı dünyâ ile kurdukları ilişkiler tam da bunun tersine işledi. Batı'nın sömürgeci geçmişi -ki Hollanda burada muazzam bir paya sâhiptir- kendi içinde başardığını Avrupa dışı dünyâdan esirgemesiyle neticelendi. Bu esirgeme kategorikti. Ama burada da işler beklendiği gibi gitmedi. Refah ideali bu dışlamaya giderek büyüyen bir delik açtı. Sömürgecilik, eşitsizlik temelinde de olsa ister istemez bir karşılıklı etkileşimi içeriyordu. II. Genel Savaş sonrası Avrupa izlediği yeniden bölüşümcü makro ekonomik siyâsetlerle kendi ulusları için refahı yaygınlaştırdı. Bu refahın sağlanması ve sürdürülmesi için eski sömürgelerinden ucuz işgücü ithâl etmek zorundaydı. Neticede farklı kültürlerden gelen; mühim bir kısmı da Müslüman olan milyonlarca insan Avrupa'yı “işgâl” etti. Avrupalı otoriteler bu nüfusları üstün kültürlerinin tornalarından geçirerek “adam edeceklerini”; kalanları ise gettolarda kendisinden uzak tutacaklarını sandılar. İşte bu ters tepti. Hele hele Avrupa'daki Türkler için evdeki hesaplar çarşıya uymadı. Türkler yaklaşık 5 milyonluk bir kütle olarak , durumlarını düzelttiler; kendi işlerini kurdular ve Avrupa'da büyüdüler. Diğer taraftan Doğu Avrupa'da; özellikle de Balkanlardaki Müslüman varlığı kendini gösterdi. Türkiye AB'nin kapısında sürten ve kuzu kuzu kabûl edilmeyi bekleyen bir memleket olarak kalmadı. Dirençli, şahsiyetli duruşlar sergilemeye başladı. Avrupa'yı sağı ve soluyla çileden çıkaran gelişmelerdi bunlar.



Sürecin tersine dönmesini beklemek saflık olur. Bu çelişki büyüyecek ve AB'nin yıkımıyla bitecek. Bu anlaşılıyor. Mühim olan bu sürecin Türkiye tarafından; kendisini haklıyken haksız duruma düşürecek duygusal tepkilerle değil, soğukkanlı bir akıl ile yönetilmesidir…


#Almanya
#AB
#Müslümanlar
#Hollanda
7 years ago
AB çökerken…
İnsaf!
Dağ yürekli adamların büyük seçimine doğru
Demografik dönüşüm
Seçim bitsin, önümüze bakalım!
Yerel seçime ramak kala: DEM, Yeniden Refah ve İYİ Parti