|
Bu defa farklı…

Türkçede güzel bir deyim vardır: “Tuzu kuru olmak”… Komplo teorilerinin geliştirdiği senaryolara baktığımda nedense bu deyimi hatırlıyorum. Kurgular aşağı yukarı şöyle: Bir tarafta “tuzu kuru” güçler var, her türlü melâneti örgütlüyor. Diğer tarafta ise “istikrarı tehdit altında olan”, bu tuzu kuru güçler tarafından zora sokulan diğer güçler bulunuyor.



Bunun bir basitleme; bütünlüklü bir dünya okumasından kopuk olduğunu düşünüyorum. Modernlik öncesi târihten modern târihe evrilen dünyâ ilişkileri, merkezden çevreye doğru şu veyâ bu düzeyde “karşılıklı bağımlılık” ilişkilerini düşündürmektedir. Bu, baskın güçlerin, diğerlerini mutlak anlamda kendisine bağımlılaştırma ihtimâlini devre dışı bırakıyor. Başka türlü okuduğumuzda; eğer baskın güçlerin diğerlerini mutlak manâda kendisine bağımlılaştırma çabaları varsa da bu uzun erimli sürdürülebilir bir durum değildir.



Modern dünyâ sistemi birikimi kendisinde yoğunlaştıran güçlerin, dünyânın geri kalanından çektiği “artık değeri”; ki bu esas îtibarıyla ekonomik ve stratejik parametrelere oturur, katı bir sömürgeci yapılanmayla sürdürememe noktasına gelmesiyle daha berrak anlaşılabiliyor. 20. asırdan îtibâren pratiklere yansıyan postkolonyâl dünyâ bunu ortaya koymaktadır. Ulusal bağımsızlıkların kazanıldığı dünyânın formasyonu karşılıklı bağımlılık ilişkilerine ışık tutmaktadır. Teorik düzeyde Andre Gunder Frank'ın işlediği bu olgu gerçekten de çok mühim hususlara dikkât çekiyor. Ne var ki kavramların şehveti bize farklı şeyler düşündürüyor. Bir kere “ulusal bağımsızlık” kavramının büyüsüyle bunu anlayamıyoruz. Çünkü “bağımsızlık” târihsel olarak; hele hele modern dünyâda imkânsız bir durumdur. Meselâ “tam bağımsızlık” mottosunu da böyle görmek gerekiyor. Tam bağımsızlık mutlak bir kapanmayı ve ilişkisiz kalmayı ifâde ediyor. Hâlbuki târih şu veyâ bu derecede bir bağımlılıklar toplamıdır. O hâlde tartışmaya değer olan husus bu karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin niteliğinden başka bir şey olamaz.



20. asrın göreceli olarak kritik ehemmiyeti “bağımlılık ilişkilerinin” niteliğindeki değişmedir. Postkolonyâl niteliği ile 20. asır, “devlet”, “sermâye” ve “ulus” parametrelerinin dünyâdaki dağılımına ışık tutuyor. Bu üç parametre, daha evvelki asırlarda dar bir dağılımın konusu iken, 20. asırda daha geniş bir dağılımın konusu olmaktadır. “Bağımsız ulus devletlerin kurulması”; sayılarının çoğalması, esasta işâret edilen “üçlü”den ikisinin; yâni “devlet” ve “ulus” parametrelerinin merkezin ayrıcalığı olmaktan çıkmasını, çeperlere doğru genişlemesini anlatmaktadır. Tuhaf olan ise; diğer parametre; yâni sermâyenin bu dağılıma çok az bir ölçekte girmesidir. O zaman yarı-merkez ve çeper dünyânın profili ortaya çıkmaktadır. Devletli, uluslu ama sermâyesiz bir dünyâdır bu.. Bu eksiklik siyâsal bir mistifikasyonla artık bağımsız olarak anılan dünyânın “kırılgan” niteliklerini de belirleyecektir. Eksik sermâye birikimi kaçınılmaz olarak “eksik devletleşme” ve “eksik uluslaşma” olarak geri dönecektir.



Türkiye bu dünyâ tablosunda “stratejik-askerî” temelde ele alındı. NATO'ya dâhil edilmesi bunun neticesidir. Katı vesâyetçi devlet yapıları ve iç tüketime dönük üretim yapan tapon bir sermayâyenin güdümünde, “sula-buda” siyasetlerinin kıskacında geçirilen on seneler bunun göstergeleridir.



21. asır ise yapısındaki esaslı bir değişmeyle birlikte sermâyenin merkez-kaç bir dinamik kazanmasını anlatıyor. Bu, reel sermâye ile finansal sermâye arasındaki derin çatlağı; daha da mühimi, büyüme ve şişmenin ikincisinden yana gelişmesini ifâde ediyor. Finansal sermâyenin merkez-kaç dinamik kazanması, yeniden dağılımcı siyâsetlerin mâliyetlerinden yılan reel sermâyeyi de etkiledi ve peşi sıra sürükledi. Yâni birikim ve üretim Çin başta olmak üzere yarı-merkez dünyâya kaydı. Türkiye bu süreçten gecikmeli de olsa pay aldı. (Kastettiğim kaybedilen 90'lı senelerdir).



2010'lardan îtibâren bu merkez-kaç dağılımın giderek ağırlaşan ve çevrimsel-yapısal bir mâhiyet kazanan krizlerini yaşıyoruz. Unutulmaması gereken husus, gelinen aşamada karşılıklı bağımlılık ilişkileri bu dünyâda hiçbir aktörün tuzunu kuru bırakmıyor. Yaygın siyâsal akıl tutulması bunun en tipik göstergesi sayılmalıdır. Merkez dünya siyâsetlerinin defoları, başı sonu tutmayan hamleleri, onların ne kadar zorda olduğunu gösteriyor. Bu sistem artık işlemiyor. Bu açık.. Olağan işleyişlerin iş görmediği bir dünyâda diğerlerini toptan ekarte edip tek başına düze çıkmak artık bir lüks. Sistem bütün unsurlarıyla ve ilişkileriyle gömülüyor.. Kimin hangi şartlarda ayakta kalacağı belirsiz. Hegemonik güçlere kafa tutmak artık bir fantazi veyâ macerâcılık değil. NATO pratiklerinin içimize işlediği korkularla değil; rasyonel, hesaplı bir cesaret ve kararlılığa ihtiyacımız var…


#Modernlik
#Andre Gunder Frank
#NATO
7 yıl önce
Bu defa farklı…
Ashâbü’l-uhdûd kimdir ve ne yapmıştır
Araplara ve Arapçaya karşı ırkçılık ve ayrımcılık normal mi?
Azerbaycanlılar Erdoğan’a neden ‘Cumhurbaşkanımız’ diyor
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek