|
Süreci değerlendirmek (2)

Türkiye'de siyâsal târih açısından ilginç bir çarpıklık dikkâti çekiyor: Demokratik normların geliştirilmesi yolunda atılan adımlar, tuhaf bir kültürlenme (kültürel harmanlanma) içinde ; kendisinden beklenmeyen sonuçlar verebiliyor. 2010'daki Anayasa referandumunda oylanan ve benimsenen; kağıt üzerinde “ileri demokratik” adımlar sayılabilecek normlar, bugün anlıyoruz ki aslında kirli ve kanlı yapının siyâsetlerini akışkan kılmak ve sağlama almaya yaramış. Toplumsal unsurların merkeze taşınması gibi demokratik bir süreç, bu yapıyı da merkeze taşımış. Ne kadar trajik değil mi? Buradan çıkarılması gereken ve memleketin geleceğini inşâ ederken çok dikkât edilmesi gereken temelli bâzı dersler olduğunu düşünüyorum. Herkesin ve her kesimin sorumlu olduğu bu tablo üzerinden şimdi bunları teker teker; “devletçilik”, “liberallik” ve “demokratizm” üzerinden gözden geçirelim.



1)Tabloyu, târihsel olarak en kıdemli unsur; “kurumsal derinliği” olmayan bir devletin “devletçileri” düşünmek zorunda. Gâliba, devlet adına “seçkincilik” üretmek, toplumsal dinamizmi küçük ve hor görmek; öznelerini ve demokratik açılımlarını aşağılamak hiç bir kesimi kendiliğinden vasıflı yapmaya yetmiyor. Bunu basitleme yapıp, “bürokratik” direnç olarak görmek son derecede eksikli ve yanıltıcıdır. Bürokrasi ciddî bir kavramdır. Bürokrasi, iş ve işlemleri kendi “aklı” ve “mantığı” içinde kişiselleştirmeden başarma kâbiliyetini ifâde eden, “meslekî ahlâkı” dışında başka hiçbir tartıda tartılmaması gereken târihsel bir kategoridir. Türkiye'de bürokratik dönüşüm ikâmete uğramış, vasıfsız sayısız insan, sâdece “devlete sadâkat” gösterilerine katılarak hiç hak etmedikleri görevlere getirilmiş ve yetkilendirilmiştir. Türkiye'de seçkinciliğin pratik ve aktüel karşılığı, bürokratik kofluğun gizlenmesidir. Bunun toplumsal karşılığı “eski orta sınıfların” söylemsel bir kibir üzerinden direncidir.



2) Liberaller, çevrenin merkeze taşıyan siyâsal gelişmenin yanında yer almış; ama özellikle 2010'dan sonra, kendi siyâsal teolojilerinin “afyonuna ve şehvetine kapılmış” ve gârip bir biçimde savrularak demokratik ıskalamalarla mâlûl hâle gelmişlerdir. Bunda o kadar ileri gitmişlerdir ki, azımsanmayacak bir kesimi “bilerek” veya “bilmeyerek”, özellikle de 17-25 Aralık sonrasında bile bu “kirli” ve “kanlı” yapının yanında yer alabilmiştir. Artık açıkça görülüyor ki bu “liberâl yanılgı” üzerinden Türkiye'deki “Sivil Toplumcu” okuma artık çökmüştür. Sivil toplum, sivilliğini siyâset dışı bir alandaki varlığından alır. Siyâsetin sivil toplumu yoksaydığı bir târihsel çarpık evre, sivil toplumun siyâsallaştırılması gibi başka bir aşırılığı ve çarpıklığı meşrûlaştırmaz.



Bu aynı zamanda liberâl çevrelerde çok yaygın olan “kimlik siyâsetleri”nin de derin eleştirisini gerektiriyor. Siyâset ve toplum “kimlikler” gibi plâstik mikro varlıklar üzerinden anlaşılmayacak kadar karmaşık ve katmanlı dünyâlardır. Anglo-Sakson icâdı olan ve bütün dünyâya; entelektüel ve akademik olarak şırınga edilen “kimlik siyâsetleri” artık inandırcılığını kaybetmiştir.



3)Bu “direnç” ve “kopuşlar” sebebiyle demokratik sürecin bizzat kendisi örselenmiştir. Bu örselenme, demokratik açılımlar vaad eden bir süreç, içinde “iç konsolidasyon” siyâsetlerine mahkûm olmuş ve “organik” bir mâhiyet kazanmıştır. Basit ölçülere dayalı bir demokratizmin odaklandığı organik güç her zaman güven verici değil; tam tersine belli bir eşikten sonra aldatıcıdır. 15 Temmuz gösteriyor ki, organik güç artışı beklenmedik bir şekilde kırılganlığı da doğuruyor. “Benden” veyâ “bizden” sandıklarımızı derin komploların uç kolları olarak karşımızda bulabiliyor; “nasıl oldu da bu kadar yakınımıza gelebildiler?” diye hayretler içinde kalabiliyoruz. Demokratizmin ıskaladığı husus şu: Tabiî ki siyâseten iktidâr olmak, kurumların ve kuruluşların kontrolünü de sağlıyor. Ama bu, bâzen “siyasâl” alan ile “kurumsal” alan arasındaki târihsel mesâfeyi unutturabiliyor. Demokratik açılımlar bu mesâfeyi tanımıyorsa , doğan sorunlardan kurtulmanın yolu “organik” siyâsetler değildir. Târihsel koşullar, “muhafazakâr-demokrat” bir parti olarak demokratik süreçleri taşıyan ve daha uzun seneler iktidârda kalacağı belli olan Ak Partiyi, “demokrat-muhafazakâr” bir partiye evrilterek kurumsal dönüşümle de mükellef kılıyor. Külliye'deki uzun zirveden sonra ortaya çıkan oydaşmacı tablo da zâten bunu işâret ediyor.



15 Temmuz felâketi, 14 Temmuz Türkiye'sindeki bütün kof gündemi sildi. Bugün ayırım nettir: Meşrebi, siyâsal düşüncesi ne olursa olsun, olanca çeşitliliği ile bütün “yurtseverler” yan yanadır. Onları biraraya getiren, hiç tartışmasız süreci en dramatik taraflarıyla yaşayan Sayın Tayyip Erdoğan'ın karizması ve liderliğidir. Şu an Sayın Erdoğan, kariyerinin bu momentinde somut ve kesin olarak “Cumhurun Reisidir”. Kimsenin onu yalnızlaştırmaya hakkı yoktur.


#Anayasa referandumu
#15 Temmuz
#Recep Tayyip Erdoğan
8 yıl önce
Süreci değerlendirmek (2)
“Kur’an bilmeyen bu mûsikîyi yapamaz”
Gamsızlara her gün bayram, kalbi olanlara dünya dar!
“Almanlar et başında”
Varsıllar vergi ödemesin!
Amerikan Evanjelizminin Trump’la imtihanı