Bir Maarif davası olarak Türkiye Yüzyılı ideali

Bir yanda dış referanslarla şekillenmiş, yer yer savrulmalarla ilerlemiş bir modernleşme çizgisi, diğer yanda derin bir tarih, kültür ve irfan birikimi bulunmaktadır. Türkiye Yüzyılı iddiasını eğitim üzerinden konuşurken kastettiğimiz de bu iki hattı birbirine hasım kılmadan kökleriyle müzakere edebilen ve dünyayı soğukkanlılıkla okuyabilen bir medeniyet ufku kurma çabasıdır.

İllustrasyon: Cemile Ağaç Yılmaz.

Prof. Dr. Yusuf Tekin / Millî Eğitim Bakanı

AK Parti iktidarlarında sistem ve vizyonun yeniden inşası üst başlığıyla eğitim alanındaki paradigmal dönüşümü dönemsel, kavramsal ve tematik boyutlarıyla analiz ettiğimiz bu uzun yazı dizisinde ele aldığımız konular, belirli bir siyasal programın ve kadronun propagandası ya da konjonktürel bir performans değerlendirmesi olarak değil, gücünü ve motivasyonunu kadim medeniyetimizin kültürel, sosyolojik ve tarihsel derinliğinden alan maarif perspektifinin anlaşılmasına yönelik entelektüel çaba ve ahlaki sorumluluğun neticesi olarak okunmalıdır. Zira eğitim alanına özgü soru, sorun ve temaların devlet söyleminde bulduğu karşılık, ne yalnızca bilimsel ve pedagojik açılardan tanımlanabilecek nötr veya teknik bir içeriğe indirgenebilir ne de sadece aktüel gündem ve önceliklerle ilişkili konjonktürel tercihler üzerinden anlamlandırılabilir. O, ait olduğu ve hitap ettiği toplumsal gerçekliğin medeniyet birikimini yansıtan çok yönlü ve uzun erimli bir inşa sürecidir.

Bu inşa sürecinin nasıl ve ne yönde karakterize olduğu ya da olması gerektiği hususunda süregiden tartışmaları Türkiye’nin modernleşme tarihinden ve “modern” olanın yaşadığı dönüşümden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan eğitim tartışmaları farklı dünya görüşleri ile farklı toplumsal örgütlenme biçimleri arasındaki gerilim ve rekabeti yansıtan gelenek-modernite ikiliği bağlamında şekillenmiştir. Eski-yeni karşıtlığı temelinde de nitelendirilebilecek bu ikiliğin bir yanında geleneğin ve geleneksel olanın bütünüyle terk edilmesi gerektiğini salık veren reddiyeci bir anlayış, diğer yanında ise modernitenin ve modern olanın kabul edilemezliğini ifade eden savunmacı bir anlayış yer almıştır.

RASYONEL SENTEZ

Her iki yaklaşımın da içerdiği bu aşırıcılık, eğitim alanı da dahil olmak üzere, Osmanlı-Türk modernleşmesinin temel karakteristiğini oluşturmuş; siyasal, toplumsal, kültürel uzlaşmazlıkların ve gerilimlerin temel nedenini teşkil etmiştir. İki yüzyılı aşkın süredir devam eden bu süreç, 3 Kasım 2002 seçimleriyle işbaşına gelen ve neredeyse çeyrek asırdır devam eden AK Parti iktidarlarıyla birlikte farklı bir yöne doğru evrilmeye başlamış; gelenek-modernite ve/veya geleneksel-modern ayracında tasnif edilen hususların rasyonel bir sentezine dönüşmüştür. Ne gelenek/gelenekçilik adı altında çağın gereklerine sırt dönülmüş ne de modern/modernizm başlığıyla milli değerlere yüz çevrilmiştir. Nitekim Sayın Cumhurbaşkanımızın önderliğinde ve aziz milletimizin iradesi olarak ilan edilen Türkiye Yüzyılı ideali de bu büyük uzlaşının veya başka bir deyişle güçlü sentezin ifadesi olarak hayat bulmuştur.

MAARİF PERSPEKTİFİ

Millî Eğitim Bakanlığı olarak bizler de bu idealin her yönüyle ve eksiksiz bir şekilde gerçekleşmesi için gayret sarf ediyor, Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli başta olmak üzere, tüm çalışmalarımızı aynı motivasyonla yürütüyoruz. Motivasyonumuzun temelinde yatan ana düşünce ise, yalnızca geçmişi taklit eden sığ bir gelenekçiliğe de kökleri reddeden yüzeysel bir modernleşmeye de boyun eğmemeyi esas almaktadır. Ülkemizin kendi ismiyle ilan ettiği yüzyıl hedeflerinin ve özellikle maarif perspektifinin hakkıyla anlaşılabilmesi için eğitim alanında süregiden tartışmaların bu eksende ele alınması büyük bir önem taşımaktadır.

Zira Türkiye, eğitim alanına ilişkin olarak yürüttüğü tartışmalarda, terminolojik nitelendirme farklılıklarını artık bir kenara bırakmak zorunda olduğu gibi iki asırlık modernleşme tecrübesini de dar bir ‘teknik reform’ gündemi içinde ele alamaz, almamalıdır. Karşımızda duran mesele, aynı zamanda medeniyet tasavvurunu, devlet-toplum ilişkisini ve insan anlayışımızı ilgilendiren köklü bir soruyu içermekte; geleceğimizin hangi istikamette şekilleneceğine dair stratejik bir kararı/kararlılığı gerektirmektedir.

Nasıl bir insan yetiştirme düzeni kurmak istediğimiz, bilgiyi hangi hiyerarşi içinde konumlandırdığımız, devlet ile toplum arasındaki mesafeyi ne şekilde tarif ettiğimiz ve benzeri hususlar müfredatın içeriğinden ölçme sistemine, öğretmenin statüsünden aile-okul ilişkisinin diline kadar her başlıkta kendini hissettiren bir belirleyicilik taşır. Bu da eğitimi, temel ve merkezî bir olgu olarak siyaset, kültür ve medeniyet tartışmalarının kesişim noktasına yerleştirir. Bütün bu tartışmaların neticesinde temayüz eden uzlaşma ve tercihlerimizin oluşturduğu insan-toplum-devlet düzeninin en yetkin hülasası ise gerek olumlu gerekse olumsuz yanlarıyla eğitim alanında-aracılığıyla somutlaşır.

ARAÇSALLAŞTIRILAN EĞİTİM

Nitekim ülkemiz özelinde baktığımızda, eğitim alanındaki bu somutlaşmanın yakın dönemlere dek yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız gelenek-modernite/geleneksel-modern ikiliği-karşıtlığı ekseninde şekillendiği kolaylıkla görülebilir. Bir tarafta Batı menşeli kurum ve kavramların hızlıca içeri taşınmasını dikte eden ve modernleşmeyi neredeyse bütünüyle ‘benzeşme’ ile özdeşleştiren öykünmeci bir tarz-ı siyaset, diğer tarafta ise kendi tarihî ve kültürel hafızasını koruyarak yenilenmek ve çağdaş dünyaya entegre olmak isteyen güçlü bir toplumsal irade. Eğitim alanı uzun yıllar boyunca bu iki anlayış arasındaki açık ve örtük mücadelelerin, asimetrik ve antidemokratik müdahalelerin platformu olarak işlev görmüş; redd-i mirasçı bir anlayışla ‘eski’nin tasfiyesi ve ‘yeni’nin ikamesi yönünde araçsallaştırılmıştır. Müfredatın içeriğinden tarih ve vatandaşlık anlatısına

dek eğitim ekosisteminin

her aşamasında izlerini görebileceğimiz bu araçsallaştırma çabası, maarifi milletin ruh kökünü besleyen bir medeniyet davası olmaktan çıkararak ‘idare edilen

toplum’ tasavvurunun teknik aracına dönüştürmüştür.

YENİDEN MAARİF DAVASI

Ancak bu dönüşüm/dönüştürme süreci halkın büyük bir kesimi nezdinde ikna edici olamamış, toplumsal rıza üretemediği gibi kendisini meşru her vesileyle ortaya koyan geniş çaplı bir mukavemetle karşılaşmıştır. Söz konusu mukavemetin neticesinde iktidara gelen AK Parti’nin liderliğiyle birlikte eğitim yeniden asli işlevine

kavuşarak ‘maarif davası’na dönüşmüştür. Esasında son yirmi üç yıl boyunca atılan adımlar, önceki yüzyıldan tevarüs edilen tabloyu bir hamlede tersyüz etmekten ziyade sağlıklı bir denge oluşturma iradesini ifade etmektedir. Buradaki amaç, genelleyici ve redd-i mirasçı yaklaşımlardan uzak

durarak bu toprakların gecikmelerle, kırılmalarla örülü modernleşme tecrübesini kendi medeniyet değerlerimizle yeniden tartmaktır. Bir yanda dış referanslarla şekillenmiş, yer yer savrulmalarla ilerlemiş bir modernleşme çizgisi, diğer yanda derin bir tarih, kültür ve irfan birikimi bulunmaktadır. Türkiye Yüzyılı iddiasını eğitim üzerinden konuşurken kastettiğimiz de bu iki hattı birbirine hasım kılmadan kökleriyle müzakere edebilen ve dünyayı soğukkanlılıkla okuyabilen bir medeniyet ufku kurma çabasıdır.

Bugün Türkiye, söz konusu çaba ışığında eğitim politikalarını çok yönlü olarak müzakere etmekte ve böylece maarif davasını yeniden şekillendirmektedir. Fakat buradaki müzakere sürecini anlamlı kılacak olan husus, tartışmayı slogan düzeyinde bırakmadan üç temel tasavvuru yeniden tartıya koyabilme hünerimizdir: İnsan tasavvuru, bilgi tasavvuru ve kurum tasavvuru. Öğrenciyi ölçülebilir çıktılara indirgemeye meyyal bir bakış açısı uzun yıllar boyunca hâkim eğilimi oluşturmuştur. Oysa bizim geleneğimizde insan, eşref-i mahlûkat olarak emanet ve mesuliyet taşıyan bir özne kabul edilir. Bilgi hikmete, yani eşyayı yerli yerinde kavrama kudretine açılan bir kapı olarak görülür. Kurumlar ise toplumu tepeden biçimlendiren soğuk mekanizmalar değil, milletin irfanını ve müşterek ahlakını taşıyan yapıları temsil eder. Bu anlayışı baz alarak insanı emanet, bilgiyi hikmet, kurumu da bu emanet ve hikmetin hamisi-destekleyicisi olarak konumlandırabildiğimiz ölçüde, eğitim sistemimiz maarif davamızın perspektifine göre şekillenir, Türkiye Yüzyılı iddiası da içi dolu bir çerçeveye dönüşür.

Bu çerçeveyi somut eğitim politikalarına tercüme ederken mesele tek tek uygulamaların envanterini saymaktan ziyade her tercihin arkasındaki medeniyet ölçüsünü berraklaştırmaktır. Türkiye Yüzyılı Maarif Modelimizden Öğretmenlik Mesleği Kanunu’na, Millî Eğitim Akademisinden yapılan ikincil mevzuat çalışmalarına ve dijital ekosistem yatırımlarına kadar attığımız her adımda şu soruyu diri tutmaya çalışıyoruz: Bu düzenleme insanı emanet bilen, bilgiyi hikmetle irtibatlandıran, kurumu da topluma karşı mesul bir hami olarak gören çizgiyi güçlendiriyor mu? Modernleşme tecrübemizin ürettiği kurumsal birikimi büsbütün reddetmeden fakat onu kendi irfan havzamızın süzgecinden geçirerek yenilemenin derdindeyiz. Bu uzun yazı dizisinin başlığına çıkardığımız ve eğitimde paradigma değişimi diye nitelendirdiğimiz süreç, yalnızca ve basitçe bir zihniyet dönüşümü olarak değil, aynı zamanda ‘medeniyet iddiası’ ile ‘çağın gerekleri’ni aynı potada ve kavga ettirmeden buluşturma cehdi olarak okunmalıdır.

- SON -