Bir milletin varlık ve yokluk savaşı Çanakkale

Çanakkale, payitahtın kilididir; Türklüğün, Türk Milliyetçiliğinin ve Türkiye şuurunun yerleşmesinin sağlandığı yerdir. Hepimiz bilmeliyiz ki bugün rahatlıkla aldığımız her nefes, o günkü Mehmetçiklerin acı içinde verdikleri son nefes sayesindedir.

Haber Merkezi Yeni Şafak
İllustrasyon: Cemile Ağaç Yıldırım.

Prof. Dr. Ebru Demircioğlu / Trabzon Üniversitesi Öğretim Üyesi


Umudun tükendiği yerde dirilen bir milletin, dünyaya vatan savunmasının nasıl olacağı dersini verdiği yerdir Çanakkale. 1914 yılının Ekim ayı sonunda Osmanlı, Almanlardan aldığı Goben ve Breslau savaş gemilerinin adını Yavuz ve Midilli olarak değiştirdi. Bu gemiler, Karadeniz’de Rus limanlarını bombalayınca biz de savaşa girmiş olduk. Onların tek bir amaçları vardı: Payitahtı, yani İstanbul’u ele geçirmek.

MAYINLAR İYİ Kİ ÖYLE DÖŞENMİŞ

1915 yılının Ocak ayında başlayıp, 1916’nın Ocak ayında biten bu savaşın bir tarafında İngiltere, Rusya, Fransa ve İtalya; diğer tarafında ise Almanya, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan ve Romanya vardı. Osmanlı da bunlara yaklaşık bir yıl sonra katıldı. Düşman gemileri 18 Mart’a kadar boğaza girmeden, gece yarısı uzaktan taciz atışları yapıyorlardı. 17 Mart gecesi Müstahkem Mevki Kumandanı Cevat Paşa, ani bir kararla Nusret Mayın Gemisi Kumandanları Hakkı ve Nazmi Beyleri yanına çağırttı ve “Bu gece boğaza açılıp, depolarımızdaki 26 mayını alarak Anadolu yakasındaki Karanlık Liman’a paralel yüzer metre arayla iki sıra halinde döşeyeceksiniz.” emrini verdi. Oysaki bu döşeme hiç stratejik değildi. Çünkü düşman gemileri boğaza girdiklerinde üçlü beşli sıralar hâlinde ilerleyecekler ve dikine sıralanmış bir mayın hattında biri bu mayınlara dokunursa diğerleri bir daha bu hattı takip etmeyeceklerdi. Daha önce boğaza Almanlar tarafından döşenen mayınlar ise hep enlemesine hatlar oluşturacak şekildeydi. Peki, ne oldu da o gece Cevat Paşa böyle bir emir verdi? Bunun cevabı bugün bile net değildir ama ortada bir gerçek vardır: O günden bugüne düşmanın boğazdan geçmesini istemeyen herkes “Mayınlar iyi ki bu şekilde döşenmiş” diyecektir.

Kısa bir süre önce Almanların bunlar işe yaramaz diye depolarda bıraktırdığı, kendi ustalarımızın yaptığı 26 mayın, o gece yarısı hareket eden Nusret ile tek tek boğaza döşenmişti. Düşman ise 18 Mart öncesinde boğazın ağzına döşenen Alman yapımı mayınların hemen hepsini toplamış ve böylece bölgeyi savunmasız bir hâle getirmişti. Kendilerine “Yenilmez Armada” diyen düşman gemileri, 18 Mart sabahının ilk saatlerinde üç sıra hâlinde boğaza giriş yapmıştı. 18’i dünyanın en büyük savaş gemisi olan irili ufaklı tam 400 parça gemi… 5066 topa karşılık bizim kıyalarda konuşlanmış göğsü imanla dolu Mehmetçiklerimiz ve 93 topumuz vardı.

KEMİKLERİNDEN ÇATIR ÇATIR SESLER DUYULDU

Gemiler, Çanakkale Boğazı’ndan içeriye girmiş, usulca ilerlemiş ve uzun menzilli toplarıyla kıyılarımızı dövmeye başlamışlardı. Daha önceden yaptırdıkları istihbaratla kıyılardaki tabyalarımızın yerlerini ve birçok gizlimizi avuçlarının içleri gibi biliyorlardı. Toplarının menzilleri 6 bin metreydi. Bizde ise toplarda kara barutu veya dumansız barut vardı ve menzilleri 1000 metre kadardı. Bu nedenle Mehmetçiklerimiz karşılık verememişlerdi. Ne zaman ki atış menzilimize girmişler o zaman karşılık vermişlerdi.

Queen Elizabeth ile Fransızların dev zırhlısı Ocean, Mecidiye Tabyası’nı toplarla ateşe boğmuştu. O günü bir Alman general şöyle anlatır:

“Dev iki zırhlı gemi tabyayı bombalamaya başlayınca arkadaki siperlere çekildim. Birden büyük bir patlama oldu. Sanki kıyamet kopmuş gibi tonlarca toprak havaya karışmıştı. Bu hava dağılırken bir de baktım ki etrafta parçalanmış birçok asker cesedi var. Toplar ise kullanılmaz hâle gelmişti. Ocean, hâlâ mermi yağdırıyordu. Geriye sadece bir tane vinci kırık top arabası kalmıştı. Ağacın altında bulunan dev top mermilerinin yanına biri yaklaştı, baktı. Kaldıracağını hiç sanmıyordum ama birden sırtlandı. Bu kişi Seyit Onbaşı idi”.

Tam 215 kilo ağırlığındaki bir mermiyi bir insan nasıl kaldırabilirdi ki? Seyit Onbaşı, o hâlle vinci kırık top arabasına gitti. Topun merdivenlerini çıkarken yanındaki arkadaşı Ali yıllar sonra “kemiklerinin çatır çatır sesini duyuyordum.” demiştir.

Seyit Onbaşı 1, 2 ve 3. mermiyle Ocean zırhlısını dümeninden vurdu ve etrafında dönmeye başlamasını sağladı. Etrafını da dağıtmaya başlayan Ocean’dan kurtulmak için neye uğradıklarını şaşıran diğer gemiler geriye doğru manevra yaptılar. Ancak onları gerilerde bekleyen bir sürpriz vardı: Karanlık Liman’da birbirine paralel şekilde sıralanmış ve düşmanı bekleyen Nusret’in mayınları. O dev gemiler bir bir mayınlara çarptı.

“ALLAH BİZİMLE” YAZILI TEÇHİZAT

Çanakkale Savaşı aslında yeni başlıyordu. Deniz yoluyla geçemeyenler kara yoluyla Gelibolu’dan geçmeyi deniyorlardı. Çünkü boğaz geçildiğinde 6 saatte İstanbul’a varılabilirdi. İki günde kolayca geçmeyi planladıkları Çanakkale’den geçememiş, adeta çakılıp kalmışlardı. Çanakkale geçilmez lafı aslında bir slogan değildir, bizzat düşmanın vaziyetini ifade eden bir rapordur. Churchill’in son çaresi insan olarak görmediği Türkleri gazla telef etmekti. Bile bile insanlık suçu işlemişlerdi. Rüzgârın yönünü de hesaba katmış ve günlerce bu hain saldırının provasını yapmışlardı. Hatta varillerle bu işi yapacak olanlar, kıyafetleriyle kıyıdan hatıra fotoğrafları bile çektirmişlerdi. Beklenen gün gelmiş, sabahın erken saatlerinde kalktıklarında şok olmuşlardı. Çünkü her zaman aynı yönde, denizden karaya doğru esen rüzgâr, karadan denize doğru esmeye başlamıştı. Peygamberimizin dediği gibi “Korkma Ya Ebu Bekir, Allah bizimledir!” gerçekten öyleydi, Allah her zaman bizimleydi. O yüzden teçhizatın üzerlerine de “Allah Bizimle” yazıyorlardı. Bu iman kurtardı bu milleti. Churchill dahi hatıralarında “Biz Çanakkale’de Türklerle değil, Tanrıyla savaştık ve hâliyle yenildik.” diyecektir.

ÇELİĞE KARŞI ETİN VE KEMİĞİN ZAFERİ

1,5 aylık bir bekleme süresinden sonra 25 Nisan’da üç yerden çıkarma ile kara savaşları başlamıştı. Morto Koyu (Fransızlar), Seddülbahir Koyu (İngilizler) ve Anzak Koyu (Anzaklar) düşmanın çıkarma yaptıkları üç yerdi. İlk hedefleri Alçıtepe’ydi. İstanbul’a oradan girmeyi planlıyorlardı. 27 Nisan sabahı çift taraftan saldırdılar (I. Kirte Savaşı). O gün, bir günde 8 bin şehit verdik ama püskürttük. Askerlerimiz adeta etten duvar ördüler. Geri kaçıp bir hafta beklediler. Mayısın ikinci haftası geri gelip daha güçlü saldırdılar (II. Kirte Savaşı). Burada da 10 bin şehit verdik ama yine püskürttük. Bu defa üç hafta daha beklediler ve haziranın ilk haftasında çok daha kalabalık bir şekilde geldiler (III. Kirte Savaşı). Bu defa 15 bin askerimiz şehit oldu. Üç günde yaklaşık 40 bin şehit verdik. Tam manasıyla çeliğe karşı etin ve kemiğin zaferidir Çanakkale.

En kalabalık olarak saldırdıkları yer Arıburnu sahiliydi. Burada ihtiyat kuvvetlerimiz vardı. Bölgeyi savunacak ana kuvvetimiz ise 5. Ordu idi ve başında Alman Liman von Sanders ile ikinci komutan olarak Esat Paşa vardı. Bu Alman general, düşmanın Saroz’dan çıkacağını öngörüyordu. Gazi Mustafa Kemal düşmanın hain planlarını sezmiş, tedbir almış, emrindeki 57. Alay'a süngü taktırmıştı ve “Size savaşmayı değil ölmeyi emrediyorum” demişti. Öyle de olmuş, tüm birlik şehadete ermişti. 57. Alay, Çanakkale’nin kaderini değiştiren büyük bir kahramanlık destanıdır. 30 Ocak 1916’da Gazi Mustafa Kemal’e üstün hizmetlerinden dolayı hem Osmanlı Nişanı hem de bir çift seccade hediye edilmiştir.

SİPER KOMŞULUĞU

25 Nisan’dan sonra siperler Mehmetçiklerin evleri olmuştu. Akşam olunca siperde bir kısmı ayakta düşmanı kolluyor, bir kısmı da bağdaş kurup memleket havadisleri üzerine sohbet ediyorlardı. Siperde uyuyor, savaşıyor ve yemek yiyorlardı. Arkadan biri kuru bir ekmek parçası uzatırsa 8-10 Mehmetçik bir araya gelip onu paylaşıyorlardı. Bir gün yine kuru ekmeği paylaşırlarken düşman siperinden iki tablet çikolata atılmıştı. Onlar da o kuru ekmeği bir parça daha fazlaya bölerek “Bu parça da gavura” deyip onlara fırlatmıştı.

Siperlerin arası beş metreye düşmüştü. Akşam olunca herkes için kuşkulu bir bekleyiş başlıyordu. Karşı taraftaki Anzaklar gitar çalıp, şarkı söylüyorlardı. Bitince de bizimkiler alkışlıyordu. Bizimkilere sıra gelince yanık sesli bir Mehmetçik türkü söylüyor, bitince de bu defa Anzaklar alkışlıyordu. Türküleri o kadar çok sevmişlerdi ki bir kâğıda “Dün gece söylediğiniz o türküyü bu gece de söyler misiniz?” yazarak, taşa sarıp sipere atıyorlardı. Birkaç gün sonra bir akşam yine taşa sarılı bir kâğıt daha geliyor ve yine türkü dinlemek istediklerini yazıyorlardı. Ancak bu defa bizimkiler “Siz bu sabahki çarpışmalarda o güzel sesli kardeşimizi vurdunuz.” diye yazmışlardı. İşte düşman böyle bir şeydi; gece alkışladıklarını gündüz gırtlaklıyorlardı.

Metrekareye 6 bin merminin düştüğü yerdir Çanakkale. 490 kilo ağırlığındaki mermiler düştükleri yerde bir otobüs büyüklüğünde çukur açıyordu. Akbaş Şehitliği’nde (burası bir sevkiyat limanıydı) ise İngilizlerin E-11 denizaltısı Çanakkale’den giriyor, onlarca savaş gemimizi batırıyordu. Kalleşçe bir saldırıydı. Ağır yaralılar bu limandan İstanbul’a götürülüyordu. Burada Halep vapurumuz yanaştığı sırada, 200 civarında ağır yaralıyı alıp tam hareket edecekken bu E-11 denizaltısı vapuru ateşe vermişti. Türkler ise savaş kurallarına uyarak, mert ve asil bir şekilde savaşmıştı.

DURSUN BU HAYÂSIZCA AKIN

Üstad Mehmet Akif, Çanakkale’yi gerçekten görmüş gibi yazmıştı:

“Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,

Boşanır sırtlara, vadilere, sağanak sağanak”

1926’da İngilizler Gelibolu’ya gelerek etraftaki kafatası kemiklerini tek tek incelemiş ve bizim dediklerini alıp kendi mezarlıklarına defnetmişlerdir. 1930’da İngilizler bütün resmî anıtlarını bitirdiklerinde bizim şehitlerimiz öylece ortada kalmıştır. Gelibolu Bölge Komutanı olan Nuri Yamut Paşa buraya geldiğinde bir bakmıştır ki her yerde yığın yığın şehit kemikleri var. Dayanamamış, kahrolmuştur. Hemen defnedin diye emir vermiştir. Büyük çukurlar kazılıp toplu hâlde şehitleri gömmüşlerdir. 1940’lı yıllarda Nuri Paşa İstanbul’da iki evini satmış ve bu çukurlardan içine en çok şehit defnedilen cennet çukurunun üstüne anıt yaptırmıştır. Bu anıtın içinde yer alan mermer kapağın altında 10 bin civarında, şehitlerimizin mübarek başları bulunmaktadır. Yine 1940’larda Alçıtepe köyünde Avrupalı bir gazeteci, kafatası ve kemiklerden bir yığının yanı başında dikilen ayakları çıplak iki erkek çocuğun fotoğrafını çekerek “Dedeleri ve torunları” diyerek yayımlamıştır. Biz ilk resmî anıtımızı 1960 yılında yapabildik. 80 yılına kadar askerî bölge olduğu için girilememiştir. Çiftçilere bu alanlar ekilsin diye verilmiş ama onlar ekmemişlerdir. Çünkü her yerde atalarının mübarek başları ve kemikleri vardı. İngilizler ve Fransızlar bulundukları yerden gelip şehitlerine sahip çıkarlarken bizim şehitlerimizin mübarek kemikleri senelerce ortada öylece sahipsiz bir şekilde nasıl bırakıldı?

Bize esir düşen bir İngiliz, hatıralarında şöyle anlatır: “Seddülbahir’deydik, iki Alman ve on sekiz Türk’ü esir aldık. Komutanımız üç emir verdi. Birincisi ellerini ayaklarını bağlayın. Bağladık. İkincisi tahta barakaya kapatın. Kapattık. Üçüncüsü ise barakayı ateşe verin. Onu da yaptık ve etrafı keskin bir et kokusu sardı. Onları canlı canlı yaktık. Bir kaç hafta sonra ben Türklere esir düştüm. Aynı akıbetin beni de beklediğini düşünüyordum. Bizi aldılar, Kilitbahir Kalesi’nin arkasına götürdüler. Biz savaş bitene kadar futbol oynadık.” Türkler savaşta bile insandılar. Ne diyordu Akif “Dursun bu hayâsızca akın”. İşte biz o kadar insandık. Karşı taraf da o kadar…

Türkiye, Çanakkale’de, ordusuyla varlığını ortaya koymuştur. Çanakkale, payitahtın kilididir; Türklüğün, Türk Milliyetçiliğinin ve Türkiye şuurunun yerleşmesinin sağlandığı yerdir. Hepimiz bilmeliyiz ki bugün rahatlıkla aldığımız her nefes, o günkü Mehmetçiklerin acı içinde verdikleri son nefes sayesindedir. Onları, kimseye unutturmayacağız ve onları “Fatiha”sız bırakmayacağız. Nur içinde yatsınlar…


Filistinli kadınlara açık mektup

Afrika’da güvenlik iş birlikleri: Oyun değiştiren aktör Türkiye