|

Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra yabancı düşmanlığı başladı

İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi hocalarından Prof. Dr. Kadir Canatan “Avrupa’da yabancı düşmanlığı, giderek artan göç olgusu ve buna tepki veren aşırı sağ hareketlerle gelişti. Soğuk Savaş’ın bitimi ve Berlin Duvarı’nın yıkılması ilk kırılma noktasıdır. Çünkü bu tarihten sonra Almanya’da ilk önce mülteci kamplarına ve sonra Türklere yönelik saldırılar başladı. Bu tarih, bir başka açıdan da önemlidir. Yabancı düşmanlığı, bu tarihten sonra dünyadaki bazı gelişmelerle birlikte anti-İslamizme ve İslamofobiye doğru bir değişim geçirdi" diyor.

Semiha Kavak
04:00 - 14/04/2024 Pazar
Güncelleme: 02:51 - 14/04/2024 Pazar
Yeni Şafak
Prof. Dr. Kadir Canatan
Prof. Dr. Kadir Canatan

Prof. Dr. Kadir Canatan İlk ve orta öğrenimini Türkiye’de tamamladıktan sonra Hollanda’da üniversite eğitimini sürdürdü. Türkçeye “Soyut Toplum” kitabı çevrilmiş olan sosyolog Anton Zijderveld’in danışmanlığında Rotterdam Erasmus Üniversitesi’nde “Türk İslamı: Hollanda’da Türkiyeli Sivil Toplum Örgütlerinin Gelişimi ve Liderlik” konusunda doktora tezini tamamladıktan sonra çeşitli kurumlarda danışman, araştırmacı ve eğitimci olarak görev yapan Canatan, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi’nde göç, göçmenlik, azınlıklıklar, entegrasyon politikaları, Avrupa’da İslam, aile, değerler, toplumsal cinsiyet vb. konularda çok sayıda makale, bildiri ve kitaba imza attı. Biz de kendisiyle yabancı düşmanlığını, göç olgusunu, siyasi partileri ve Avrupa’daki Türkleri konuştuk.

Avrupa’da yabancı düşmanlığı gitgide yükseliyor ve bu durum başka ülkelere de yayılıyor. Bunun nedenleri sizce neler?

Avrupa’da yabancı düşmanlığı, giderek artan göç olgusu ve buna tepki veren aşırı sağ hareketlerle gelişti. Soğuk Savaş’ın bitimi ve Berlin Duvarı’nın yıkılması ilk kırılma noktasıdır. Çünkü bu tarihten sonra Almanya’da ilk önce mülteci kamplarına ve sonra Türklere yönelik saldırılar başladı. Bu tarih, bir başka açıdan da önemlidir. Yabancı düşmanlığı, bu tarihten sonra dünyadaki bazı gelişmelerle birlikte anti-İslamizme ve İslamofobiye doğru bir değişim geçirdi. Kızıl Tehlike’nin sona ermesi, Avrupa kurumlarında bir boşluk yarattı. Daha önce komünizme karşı mücadele eden istihbarat örgütleri ve NATO gibi kurumlar, bir öteki ve düşman olmadan yaşayamazlardı. Ortadoğu’da yeni gelişmeler olmuştu. İran İslam Devrimi ve bunun su yüzüne çıkardığı İslami hareketler Batı için bir tehdit olarak etiketlendi. Daha da kötüsü Avrupa ve Amerika’daki Müslümanlar Ortadoğu’daki İslami kültürün ve güçlerin bir uzantısı olarak tanımlandı.


Anti-islamizm ve islamofobi

Ben anti-İslamizm ile İslamofobi arasında bir ayrım yapıyorum. Bu iki kavram ard arda kullanılınca bazen insanlar her ikisiyle de aynı şeyi anlattığımızı düşünüyorlar. Oysa tam da İslam düşmanlığını anlamak için bu kavramları ayırmamız gerekiyor. Batı’da İran Devrimi’nden bu yana İslami hareketleri “fundamentalist” olarak niteleyen ve bunları tehlikeli gösteren anti-İslamist bir çevre var. Bu çevre siyaset, kültür ve medya üzerinde etkili olan seçkinlerden oluşuyor. İlk önce bu kesim ideolojik anlamda bir İslam karşıtlığı yapmaya başladılar. Batıda “İslam fundamentalizmi” üzerine yazılmış yüzlerce kitap ve makale bulabilirsiniz. Bu çevrenin temel iddiası şudur: İslam ve Batı kültürü birbirine zıttır ve uzlaşmaz. Avrupa’daki Müslümanlar da ne kadar çaba sarf ederse etsinler entegre olamazlar. Sorun Müslüman göçmenlerde değil, İslam’dan kaynaklanmaktadır. Wilders gibi bazı kişiler İslam’ı gayrimeşru göstermek ve dini özgürlüklerden mahrum etmek için bir “ideoloji” olarak nitelemektedir. Benim tezim şu: Avrupa’da daha sosyolojik bir olgu olan ve özellikle de 11 Eylül’den sonra gelişme gösteren İslamofobi, anti-islamizmin bir ürünüdür. Eğer anti-İslamizm olmasaydı, Avrupa’da sadece göç ve göçmenlere karşı bir tepki olarak “yabancı düşmanlığı” olacaktı. Oysa Soğuk Savaşı’n ardından giderek artan bir tempoda anti-İslami çevreler yabancı düşmanlığını İslamofobiye dönüştürmeyi başardılar. İslam düşmanlığının arkasında Avrupa’da uzun bir tarih var. Müslümanların Avrupa’ya geçişi ve buradan geri püskürtülmesi, Osmanlı dönemindeki bozgunlar ve geri yaşanan göçler, Avrupa’da İslam hakkında anlatılan olumsuz önyargı ve hikayeler, bunların kültüre ve eğitime yansımaları vs. Ama bu tarihsel arkaplan her şeyi açıklamıyor. Bugünkü İslam karşıtlığı için sadece dolaylı bir beslenme kaynağı oluşturuyor. Asıl İslam karşıtlığı, küreselleşme ve göç hareketleriyle başlıyor ve anti-İslami güçlerin manipülasyonlarıyla gelişiyor. Bu arada şunu da belirtelim: Avrupa’ya göç hareketleriyle gidenler eğitimsiz ya da vasıfsız kişiler, İslamı temsil noktasında zaafları var. Ayrıca selefi imamlar ve grupların, neticede İslam aleyhine yol açan eylemleri ve açıklamaları var. İmamlar bir dönem faydalı oldular ama şu an Türkiye ve Ortadoğu’dan gönderilen imamların yararından çok zararı var. Toplumun önünde değil arkasında kalıyorlar, dil öğrenmiyorlar, kısa vadeli gidip dönüyorlar. Bunların oradaki toplumu çekip çevirme ve yönlendirme güçleri yok. Özellikle Arap dünyasından gelen imamlar, Ortadoğu’nun sorunlarını Avrupa’ya taşıyorlar.


Türkiye’de çifte standart var

Bu bağlamda; Türkiye’de de göçmenlere, sığınmacılara karşı tepkiler de gitgide artıyor. Oysa müslümanların kültürleri buna elvermiyordu. Bu yaklaşım değişimini neyle izah edebiliriz?

Türkiye Cumhuriyeti, bir imparatorluğun bakiyesi olarak kuruldu. Üç kıtada söz sahibi olan bir imparatorluğun çocuklarının elinde son toprak parçası olarak Anadolu kalınca buna sıkı sıkıya sarıldılar. İmparatorluktan milli bir devlete geçiş, Türkiyeli insanın vizyonunu daralttı. Bu yetmiyormuş gibi yukardan aşağıya pompalanan milliyetçilik bizi kapalı ve dar bir evrene sıkıştırdı. Büyük kaybımızı telafi etmek için düşmanlar icat ettik. Bir taraftan “yedi düvel”e karşı düşmanlık, diğer taraftan da Arap düşmanlığı yapmaya başladık. Toplum psikolojisini bu düşmanlıklarla sağaltmaya çalıştık. Hiçbir zaman kendimize dönüp “Biz nerede hata yaptık?” diye sormadık. Her zaman hatalı olan ve ihanet eden kimseleri dışarda aradık. Şimdilerde Ukraynalı göçmenler ile Suriyeli göçmenlere karşı neden farklı tutumlar içine girdiğimizi konuşuyoruz. Biri kuzeyden geliyor, diğeri güneyden. Kuzeyden gelenlerle hiçbir kültürel bağımız, yakınlığımız ve ortak yanlarımız yok. Oysa Güneyden gelenlerle tarihsel bağlarımız, dini ve kültürel ortak paydalarımız var. Ama ikincilere daha fazla düşmanlık besliyoruz. Bunun birkaç sebebi var. İlk olarak genelde Araplara karşı Cumhuriyet döneminde yaygınlaştırılan önyargı ve kalıp yargılarımız var. İkinci olarak Güneyden çok kitlesel bir göçle geldiler ve Türkiye geneline yayılan bir göç hareketi oldu. Biz onların kısa süreceğine inandığımız kriz sonrasında gideceklerini bekliyorduk. Oysa kriz kısa sürmedi ve geçici koruma altındaki göçmenler daha uzun süre kaldılar ve hala da bir belirsizlik var. Bu belirsizlik de kendi başına bir stres kaynağı oluşturuyor. Dördüncüsü Türkiye’de bu göç krizini manipüle etmek isteyen kesimler var. Bir yandan “Arap istilası”ndan bahseden milliyetçi çevreler var. Bunlar “göç demografik yapımızı bozuyor” diyorlar, ama zihinlerinde başka bir endişe var ve onu söylemekten çekiniyorlar, çünkü ırkçılıkla suçlanmak istemiyorlar. O da evliliklerle “Türk kanı”nın bozulacağını düşünmeleri.Diğer yandan aşırı sağ ve milliyetçilere ek olarak Türkiye’de sol ve sosyal demokrat kesimlerde de iflah olmaz bir Arap düşmanlığı var. Bunu, Avrupa’yla kıyasladığımızda açıklamak zor ve sonuç olarak “Bizdeki sol gerçek sol değildir” demek zorunda kalıyoruz. Ama ben iki faktörün belirleyici olduğunu düşünüyorum. Birincisi Türk solu, Kemalist özellikleri nedeniyle “milliyetçi” bir damara sahip ve bu milliyetçiliğin ötekisi Araplardır. Bunun en bariz yönü de Arapça diline duydukları düşmanlıktır. Türkçeyi Arapçadan ve Farsça’dan arındırma hareketi, başından beri Arapça konuşanlara da düşman olmayı gerektirmiştir. İkincisi Türk solu muhalefet yapmak için, tıpkı Avrupa’daki aşırı sağ ve ırkçı hareketler gibi yabancı düşmanlığından medet ummaktadır. Türkiye toplumunun hassasiyetlerini sömürmek ve oya tahvil etmek istemektedir. Ama bu noktada bir genelleme yapmak da doğru olmaz. Türk solu daha geniş bir kesimi kapsıyor, içinde daha dikkatli davranan insanlar da bulunmaktadır.


Türk solu Avrupa’dan çok farklı

Türkiye solunun göçmen, sığınmacı konusuna yaklaşımı Avrupa soluna tamamen zıt. Avrupa’da Türkler genellikle sol partilere oy veriyorken, Türkiye’de aynı potansiyel daha çok sağ partilere oy veriyor. Avrupa solu ile Türkiye sağının birçok konuda benzeşmesi nasıl açıklanabilir?

Burada iki meseleyi ayrı tutmak lazım. Avrupa’daki Türkiyeli muhafazakâr seçmenin çoğu sol partilere oy verirler. Sözgelimi Hollanda’da Türkiyelilerin çoğu ya İşçi Partisine ya da Yeşil Sol partiye oy verirler. Çünkü diğerlerine kıyasla bu partiler göçmenlerin ve azınlıkların haklarını daha iyi savunuyorlar. Liberal ve Hristiyan partilerin göçmen hassasiyeti daha düşük düzeydedir. Ama sol partiler zamanla bunun bedelini ödemek zorunda kalmışlardır. Şu an İşçi Partisi çökmüş durumda Hollanda’da. Çünkü bu partinin mülteci ve göç politikalarını beğenmeyen seçmenler aşırı sağa ve başka partilere geçtiler. Yani İşçi Partisi kendi tabanını kontrol edemedi. Muhafazakâr seçmen pragmatik davranıyor. Avrupa’da kendi menfaatlerini sol partiler koruduğu için onlara yöneliyor. Türkiye’de ise tarihsel ve kültürel nedenlerle sağ partilere oy veriyorlar. Bir şeyi daha burada unutmamak lazım: Muhafazakâr seçmen Avrupa’da politik ve psikolojik baskı altında hissediyor kendini. Bu baskıdan kurtulmak için kendisine umut vadeden Türkiye’deki sağ partileri kendilerine yakın görüyorlar. “Avrupa solu ile Türkiye sağı”nın benzeşmesine gelince, Türkiye’de Avrupai anlamda bir sol olmadığı için solun dolduramadığı boşluğu bazı sağ ve muhafazakâr partiler dolduruyor. Burada etiketlere ve isimlere çok bağlı kalmamak gerekir. Türkiye’de CHP başından beri askeri ve bürokratik elitlerin bir partisi olmuş ve görece iyi gelir gruplarına hitap etmektedir. Ankara Çankaya’da hep CHP belediye başkanı olmuştur. Çankaya, İstanbul’un Nişantaşı’dır. Sol elitler halkın gerçek gündeminden uzak ve hatta onların değerlerine karşı tutumlar sergiliyorlar. Bu durumda halk sağa yönelmekten başka çare görmüyor.


Avrupa’da aşırı sağa kayma var

Avrupa’da sol gruplar Filistin’de yaşananlar karşısında İsrail aleyhtarı büyük çaplı protestolar yapıyorlar ve ayrıca bu gruplardan birçok kişi İslam’ı seçiyor. Bu yükselen dalganın gelecekte Avrupa üzerinde ne gibi etkileri olabilir?

Aslında ortada çok paradoksal durumlar var. Avrupa’da bir iki ülke hariç tutulursa sağa ve hatta aşırı sağa doğru bir kayma var. Avrupalı gazeteci ve araştırmacılar bu kaymanın sebeplerini tartışıyorlar. Geçmişte mazlum Filistinlilere destek veren Avrupalı ülkeler ve liderlerin bugün destek vermemesi bu kaymadan kaynaklanmaktadır. Artık Batı’da Filistin dostu bir siyaset yok. Avrupa’da Filistin’e ve Gazze’ye destek siyasetten değil, sivil toplumdan ve giderek halk desteğini de kaybetmiş olan sol kesimlerden gelmektedir. Bunu da bizdeki muhalefetin göçmen aleyhtarlığına benzer bir tutum olarak yorumlayabiliriz. Göçmen aleyhtarlığı yapanlar bununla iktidara muhalefet ediyorlar. Orada da Gazze meselesine lakayt kalan iktidara tepki sol kesimden ve sivil toplumdan geliyor. Bu eylemlerle hükümetlere karşı da muhalefet yapmış oluyorlar.

Bizde olduğu gibi Avrupa’da da pek çok insan İsrail’in acımasız politikalarını anlamakta zorlanıyorlar. Bir zamanlar kendileri soykırıma konu olan Yahudiler ve Siyonistler nasıl oluyor da şimdi kendileri soykırım yapıyorlar. Bu paradoksu çözmek kolay değil. Sosyal psikologlar bir zaman şiddet görmüş kişi ve grupların, kendilerinin de sonraki bir aşamada şiddetin failleri olduğunu söylüyorlar.


#Avrupa
#aşırı sağ
#İslamofobi
16 gün önce