|

Bizim delimiz biraz çoktur

“Birçok konuşmasında Türk edebiyatındaki “toplumsal gerçekçi” çizgi üzerinde yer aldığının altını kalın uçlu bir kalemle çizer Ahmet Büke. Sanki bunu unutmamasını ister okuyucunun. İş cinayetleri, ölüm oruçları, kadın cinayetleri, işkencede kayıplar konuları arasındadır.”

04:00 - 15/04/2024 Pazartesi
Güncelleme: 01:47 - 15/04/2024 Pazartesi
Yeni Şafak
Ahmet Büke
Ahmet Büke
ALİM KAHRAMAN

1970 Gördes doğumlu. Hikâye yazmaya 2002’de, otuz iki yaşında başlamış. On öykü kitabı, bir gençlik romanı, dokuz çocuk kitabı ve bir romanı var yayımlanan. Fakat baştan beri “hikaye anlatıcısı” olarak tanımlıyor yazar kendini; “ayağımın bastığı yer hikaye” diyor. Yani yazdıklarının tamamı bu kapsama dahil. Belki şu ayrımı yapabiliriz: “Büyükler”e hayatın en acımasız ve kirli yönlerini açarken; onları birçok işkence ve cinayetin tanığı yaparken (kumrular bile görür bazı cinayetleri) “çocuklar”ı ve “gençler”i korur bunlardan. Onlar için yazdıklarında daha steril bir dil kullanır; ayrıca daha düz bir anlatımı yeğler.

“Taşra” doğumlu bir yazar Ahmet Büke. Fakat diğer birçok taşra kökenli yazardan bazı farklı tarafları var. Onun doğduğu yer “Ege taşrası”dır. Yerleştiği büyük şehir de -yine birçok yazardan farklı olarak- İzmir’dir. Büke’nin hikayelerinde Gördes’in yanında Borlu, Akhisar, Manisa gibi başka Ege kasabalarına da düşer okuyucunun yolu. Fakat odak mekan İzmir’dir. Bu bakımdan Ahmet Büke isminin edebiyatta yükselişi İzmir’in ve İzmirliliğin (belki Egeliliğin) de yükselmesi anlamını taşır. Doğal bir şekilde gerçekleşir bu.

Yazarın kendini hikaye anlatıcısı olarak tanımlamasının bir yüzünde gelenekle olan bağına işaret etmek amacı bulunuyor. O, “hikaye ve masal anlatıcısı büyüklerin olduğu bir ailede ve coğrafyada büyü”müştür. Yazdığı öykülerde çağın nabzını tutmasına, hatta dil ve teknik olarak yol açıcı, avangard özellikler sergilemesine rağmen (“öykü tedrisatı”ndan da söz eder bir konuşmasında) kökleri bir hayli derindir. İşin bu yüzü yazara etrafındaki bazı tıknefes şablonları delme, özgür kalma perspektiflerini de sağlamaktadır. Gide gide onun metinlerindeki destansılığı da fark eder okur. Derinlerde kendine göz kırpan “Köroğlu’nun ruhu”nu!


KİTAPLARIN DÜNYASINDA KEŞİF

Yaşamayı bir yönüyle “su üstünde kalma”, bir şeye “tutunma” olarak tanımlıyor Ahmet Büke. “Sarsak bir çocuk”tum diyor, çocukluğundan bahsederken; çelimsiz, sarsak ve savunmasız. Arkadaşları diğer mahallenin çocuklarından dayak yememesi, mahallelerinin itibarının zedelenmemesi için ona yumruk atma talimleri yaptırırmış. Ancak bunlar becereceği işler değildir. “Kitapların dünyasını, yalnızlığın iyileştirici gücünü erken keşfe”der onun için.

İçinde büyüdüğü büyük aile ortamı önemlidir yazar için: Anne, baba, dede -bilhassa dede- ve nine..(“Büyük bir aileydik. Dedeler ve ninelerle büyümenin bütün güzelliklerini tattım.”) Baba, orta okul mezunu bir manifaturacı. Birçok “eski” babalar gibi dışarıda, arkadaşlarıyla beraberken güler yüzlü ve eğlenceli, evde ise ciddi (halbuki baba evde de öyle olsun ister çocuk). Bir nasihat adamı. Tutamayacağı birçok öğüt alır ondan Büke. Anne ise babanın tersi; hata yapmasına izin veren bir tutum içinde (“yazıyorsam onun sayesinde yazıyorum”). Yine de aile hep değerli olmuştur Ahmet Büke için. Onları rahmetle anar yeri geldikçe. “İnatçı, inanmış, çalışkan ve kültürlü” diye andığı babasını da. Yazarlığının bir tarafında da babası vardır aslında. Daha küçük yaşta, babanın evde ve dükkandaki güzel kitaplıklarından okuyacaktır Türk ve dünya klasiklerinin bir kısmını. Onun nasihat olsun diye anlattığı “Varamayan Ahmet” hikayesi yıllar sonra bir kitabına (Varamayan) konu ve ad olacaktır.


ZEYTİN AĞAÇLARINA DEDEDEN TEŞEKKÜR

Dedeye ise ayrı bir bahis açmak gerekir. Biraz tuhaf gibi görünen -aslında bizi başka bir algı dünyasına götüren- hareketleri var onun. Mesela, bahçelerindeki zeytinleri topladıktan sonra gidip ağaçlarına sarılır, teşekkür edermiş onlara. Çünkü, Ahmet Büke’nin de açıkladığı gibi yağı başlı başına bir “nimet” olan zeytinin yaprağı, çiçeği, dalı, küspesi de ayrı ayrı işe yarar, insana fayda sağlar (ben de bir hatırlatma yapayım burada; Kur’an’da adı geçen ve yüceltilen iki meyveden biridir zeytin; diğeri incir: İkisi de Akdeniz ikliminin meyvesidir, Egeli’dir bir bakıma.) Kısacası bir medeniyettir zeytin. Ahmet Büke bir kitabına (Ekmek ve Zeytin) ad yapar onu da. Dede konusu yazarın hayatında uzun bir yere sahip, uzatmayayım ve yazarlığında oynadığı rolü dile getiren şu sözünü aktaralım Büke’nin: “... rahmetli dedem okuyabilseymiş ve koşulları olsaymış sıkı bir bilimkurgucu olurmuş. Uzaydan gelen tilki ile Gördesli horozun büyük savaşını seri masallar olarak yıllarca anlattı bana.”

Bu yazdıklarımla yazarın hikaye dünyasına girmek; okuyucunun oradaki havayı solumasına imkanlar hazırlamak istedim. Şimdi o hikayelere bakış için yeni perspektifler açmaya çalışayım. Birçok konuşmasında Türk edebiyatındaki “toplumsal gerçekçi” çizgi üzerinde yer aldığının altını kalın uçlu bir kalemle çizer Ahmet Büke. Sanki bunu unutmamasını ister okuyucunun. İş cinayetleri, ölüm oruçları, kadın cinayetleri, işkencede kayıplar konuları arasındadır. Bazı konuşmalarında emeğin tarihinden, sınıf mücadelesinden söz eder. Fakat yazmaya oturduğunda iş değişiyor sanki. Bu kavramın (“toplumsal gerçekçi”) bize çağrıştırdığı geçmişe ait şablonların ötesinde, üstünde bambaşka boyutları bulunan zengin bir dünya çıkıyor önümüze. O zaman; Ahmet Büke’nin öykülerini daha derin ve geniş kavramak için “toplumsal gerçekçilik” yanında, ondan başka bakış açılarına da ihtiyaç var, diyorsunuz. Ben “deli” ile deneyeceğim bunu.


DELİLERE DAİR NOTLAR

Bizim delimiz biraz çoktur, diyor yazar. Bir Egeli bunun ne demek olduğunu bilir (ben de o bölgenin insanıyım. Orta ve liseyi Manisa’da bitirdim. “Sarı Bina”ydı Manisa Akıl Hastanesi’nin adı.) Yine devam ediyor Büke: “...deli sayısının akıllılara yakın olduğu mahallelerde büyüdüm.” Ancak işin bundan sonrası daha önemli. “Saygın” bir yeri vardır bu hayat içinde delilerin; korunur kollanırlar. Gördes’te delilere kol kanat geren biri de Büke’nin manifaturacı babasıdır. Deliler onun evinin sürekli misafirleri olduğu gibi onları dükkanından giydirip kuşatır da baba. Buradan baktığımızda “sınıflı toplum” kavramının işaret ettiği toplum yapısının bize pek de uymadığını fark ederiz. Başka dinamikleri, veçheleri de hesaba katmamız gerektiğini anlarız. Çünkü biz büyük insanlık aleminin bir parçası olduğumuz gibi bize özgüyüz de ayrıca. İktisat tarihimiz, emek tarihimiz işin bu yüzünü de hesaba katmadan yazılamaz sanki.

Delilerin çocuk Ahmet’in de hayatında bir yeri bulunmaktadır. Onların içinde büyür, en iyi müşterileridir onların: “Kendilerini bıkmadan dinleyen tek akıllı olarak benden öykülerini hiç sakınmazlardı.” (Deli İbram’ın çocukluğundan gelen bir kişi olduğunu söylüyor yazar. Hem bir çocuk kitabında geçer Deli İbram’ın adı; onun kahramanı olduğu bir çocuk hikayesi yazar Büke; hem de romanına -Deli İbram Divanı- ad olur.) Ahmet Büke delinin “norm ve düzen dışı” anlamına değinerek yeni bir alan da açmış oluyor bize. (Osmanlı Ordusunda Deli adı verilen süvarilerin oluşturduğu bir birlik vardı. Savaşlarda önden giderler, üstün cesaret örnekleri sergilerlerdi. Deliler meczup kişilerdir. Delilikle velilik arasında da bir bağ kurardı çocukluğumda büyüklerimiz.) Ancak konunun Büke’nin hikaye dünyası için önem taşıyan tarafı onların “kendilerine ait zamanlarında yaşa”yan kişiler olması. Ekmek ve Zeytin kitabındaki “Dua” öyküsünü ele alalım: Orada adeta bir delinin kendine özgü akıl işleyişiyle yazılmıştır metin. Hikaye kişisi “Zahit” adında bir “kulu ve hastası”dır Allah’ın. Allah’la konuşmakta, O’na kızmakta, isteklerini belirtmekte ve en sonunda da O’nun “büyük ellerinden öp”mektedir. (Burada “zahit” ve “hasta” kelimelerinin tesadüfi kullanılmadığına, farklı anlam çağrışımları bulunduğuna bilmem dikkat çekmeye gerek var mı?).

Ahmet Büke, hikayelerindeki “Büyülü gerçeklik”ten söz açan bir soruya cevap verirken sanki “toplumcu gerçekçi”liğine bir halel geleceğinden korkarak adeta telaşlanır: “Büyülü gerçeklik sevdiğim bir edebiyat türü ama onun üzerine temellendirmek istemem arada kalemim gitse de sonuçta toplumcu gerçekçiyim...” der. Birçok hikayesinde önümüze çıkan o yükselen ve uçan, bazan çığırından çıkan kendine özgü dili -soru sahibinin “büyülü gerçeklik” olarak adlandırmak istediği dili- niçin “deli dili” olarak adlandırmayalım. Okuduklarından değil yaşadıklarından çıkardığı, kendi kurduğu dildir çünkü o.

Ahmet Büke’nin hikayeciliğini biraz dışarıdan dolaşarak ele almış gibi olduk bu yazımızda. Sanki metin içlerine girişleri arttırabilirdik biraz daha. Biraz da yazımızın önceden belirlenen hacmi bizi böyle bir yola itti. Kuşatıcı olmak fakat yer yer ani dalışlar yaparak hikayenin kalbine kadar sokulmak! Doğurgan bir tarafı var her iyi edebiyat metni gibi Büke’nin hikayelerinin de. Tekrar tekrar ve yeni okumaları hak ediyor onlar. Bu okumalar yapılacaktır da diye ümit ediyoruz. Bu yazıyı bitirmeden önce yazarın dedesiyle ilgili bir aktarımına daha değinmek istiyorum. “Onu daha çok seviyorum ve özlüyorum” dediği, hikayede kendisinden bir bakıma el aldığı dedenin trajik bir ölüm süreci olur:

“Öte yandan dedemin son günlerini dakika dakika yaşadım. Yavaş yavaş çökmesi, geceler boyunca süren astım nöbetleri, daralıp açılan nefesinin hırıltısı, aklını yavaş yavaş yitirmesi hep gözlerimin önünde oldu. Kısa süreliğine evin dışına çıktığım bir anda öldü. Galiba bu anı kolluyordu.”


#hayat
#aktüel
#kitap
15 gün önce