|

Abdulrazak Gurnah: Kayıp vatan

Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi Afrika’dan İngiltere’ye göç etmiş bir yazar olan Abdulrazak Gurnah’a verildi. Gurnah ile birlikte gözler yeniden göçe ve sömürgeciliğe çevrildi. Çünkü Gurnah romanlarında iki temel unsura vurgu yapar. Birincisi sömürgeci Batı’nın vahşi yüzü diğeri ise biz de masum değiliz göndermesi... Zaten son yıllarda yazılan göç romanlarının önemli bir kısmı sömürgecilik sonrası sömürge ülkelerden sömürgeci ülkelere yapılan göçleri anlatır.

Necip Tosun
04:00 - 15/11/2021 Pazartesi
Güncelleme: 12:17 - 15/11/2021 Pazartesi
Yeni Şafak
Abdulrazak Gurnah
Abdulrazak Gurnah

2021 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Abdulrazak Gurnah 1948’de Zenzibar’da Müslüman bir ailenin altı çocuğundan biri olarak dünyaya geldi. Ülkesinde yaşanan kaos sonrası 1968’de İngiltere’ye göç etti ve yaşamını burada sürdürdü. Kuran kurslarından öğrendiği Arapça ve yerel Shavili dilini bilen Gurnah eserlerinde ağırlıklı olarak göçmenliği ve onun hâllerini romanlaştırırken, eserlerini ana dilinde değil İngilizce yazdı. Doğduğu Zenzibar adası, çeşitli istilalara uğramış, çeşitli medeniyetler ve ülkelerce yönetilmiş, çoğunluğu siyahi Müslümanların oluşturduğu bir bölgedir. Sırasıyla İran, Arap, Portekiz, Umman Sultanlığı, Almanya, İngiltere egemenliği altında yaşamış halk, farklı ülkelerin, kültürlerin etkisi altında kalmıştır. Zengin bir doğal kaynağı olmayan ada daha çok Afrika’daki köle ticaretinin merkezi olmuştur.

Nobel Komitesi ödülün gerekçesinde, “Kültürler ve kıtalar arasında sömürgeciliğin etkilerine ve mültecilerin kaderine yönelik tavizsiz ve merhametli tavrı”na vurgu yapar ve şu yorumda bulunur: “Gurnah’ın gerçeğe olan bağlılığı ve basitleştirmeden kaçınması dikkat çekicidir. Basmakalıp betimlemelerden uzak duran Gurnah’ın romanları gözlerimizi, dünyanın başka yerlerinde, insanların pek de aşina olmadığı, kültürel olarak çeşitlendirilmiş bir Doğu Afrika’ya bakmamızı sağlıyor.”

On roman ve çok sayıda kısa öykü yazan Gurnah’ın Türkçeye; Cennet, Deniz Kenarında, Son Hediye, Sessizliğe Hayranlık, Terkediş, Kumdan Yürek adlı altı romanı çevrilmiştir. Tüm romanlarının ana temalarını, sömürgeciliğin yol açtığı kimlik buhranı, farklı etnik kökenli insanların evliliğinden doğan sorunlar, sömürgeciliğin eleştirisi, Avrupa’da yaşayan siyahilerin yaşadığı sorunlar, Afrika’da yerleşmemiş devlet düzeni, hikâye anlatma ve edebiyat sevgisi, göçmenlik, yersiz yurtsuzluk, acıların dilsizliği (suskunluk), aile içi çatışma, yalnızlık, kuşak çatışması, çarpık din algısı, melezleşme, yabancılaşma olarak sıralayabiliriz. Onun romanlarında aynı düzlemde ilerleyen iki temel vurgu vardır. Birincisi sömürgeci Batı’nın vahşi yüzü diğeri ise biz de masum değiliz göndermesi… Zaten son yıllarda yazılan göç romanlarının önemli bir kısmı sömürgecilik sonrası sömürge ülkelerden sömürgeci ülkelere yapılan göçleri anlatır.

Romanlarda özellikle sömürgeleştirilmiş ülkelerde sömürgeci ülkelerin iddia ettiği gibi ilerleme, medenileşme yaşanmadığını, tam tersine sömürge ile birlikte bir kimlik, dil, zihniyet krizi yaşadığı, sömürge sonrası bunun arızalarının yönetime yansıdığı ve bu birikimsizlik nedeniyle ülkelerin despotizme yöneldiği vurgulanır. Kahramanlar bu cehennemi terk ederek yeni bir dünya arayışına girer ve göç ederler. Gidilen yer ise bir başka cehennemdir. Burası insana her zaman bir “göçmen” olduğunu hatırlatır ve kendi dünyasına sokmaz diğer yandan da asla geçmişinden kopmasına izin vermez. Bu anlamda her iki dünya da kahramanlar için yurt olamaz, kendi kötülüklerini üretir ve birey çıkışsız kalır. Kimlik ve aidiyet sorunu bireysel yaşamları alt üst eder. Asıl trajedi de bireyin bütün bu olup bitenlerden hiçbir suçunun olmamasıdır.


PEKİ BUGÜN NE YAPMALIYIZ

Gurnah’ın romanlarının temel vurgularından biri, evet, ülkemiz emperyalistlerin ihanetine uğradı, yıllarca sömürge olarak yaşadık, onursuz bir hayat sürdük ama sadece bunları söyleyerek şu an yaşananlara çözüm üretemeyiz. Şu an Afrika’nın içine düştüğü kriz geçmişin bir yansıması olması yanında, kendi içinde üretmesi gereken çözümlerin de üstünü örtmesinden de kaynaklanıyor görüşüdür. Romanlar Afrika’nın kendi kendisiyle yüzleşmekten kaçtığını, kötülük üretmeye devam ettiğini vurgular. Hatta romanlarda anlatıcı için giderek ülkesinde olup bitenler sömürgecileri mahkûm etmekten daha önemli hâle gelir. Kahramana gelen “eve dön” tekliflerine o, “orası artık benim evim değil” diyecektir. Doğdukları topraklara yabancılaşan kahramanlar göç ettikleri İngiltere’de bir yuva kurup aile içinde yabancılaşmayı aşmak isterler. Ama son sığınak da çatlak bulan yabancılaşmadan payını alacaktır.

HAYATA YENİLMİŞ KIRGIN YÜZLER

Onun kahramanları, yersiz yurtsuz, köksüz, yabancılaşmış bir hâlde cennet umdukları yeni ülkelerde hayata tutunmaya çalışırlar. Ancak geldikleri bu ülkede de istenmemekte böylece yabancılaşmış bir melez olarak ortalıkta kırgın, yenilmiş hayatın dışına itilirler. Parçalanmış kimlikleri bütünleştirmeye çalışan karakterler iki ülke arasında gidip gelir ama her geçen zaman birbirlerine yaklaşmaktan çok uzaklaşırlar. Özellikle Son Hediye ve Terkediş kitaplarında bu dışlanmayı ironi ile aşmaya çalışan kahramanlar yine de gerçeğin sert yüzüne çarpılmaktan kurtulamazlar. Sürgünlük ve göçmenlik özellikle bir tercih olmaktan çok bir zorunluluk olduğunda bu parçalanma daha şiddetli olmaktadır. Kimliğini yeniden inşa etmeye çalışan bu karakterler yabancılaşma gerçeği ile karşı karşıya kalırlar. Ana vatanına yabancılaşan karakterler yurt edindikleri yerlerde de kabul görmeyeceklerdir. Onun bütün bu post-kolonyal temalı edebiyatı bir sentez arayışını yansıtır. Aslında tüm romanlarda işaret edilen, sınırların, cinsiyet, ırk ayrımının ortadan kalktığı, evrensel insanın serbestçe istediği yeri yurt edinebildiği bir dünya ütopyasıdır. Bu anlamda emperyalizm, sömürgecilik eleştirilirken bir yurt övgüsü, milliyetçilik yapılmaz.

Romanlar, Batı’yı ikiyüzlü olarak nitelemek ve buradaki ayrımcılığı ortaya koymakla birlikte yine de sığınılacak bir liman olarak görür. İngiltere’de siyahilere yöneltilen ve geçmişin iz düşümü köle-efendi bakış açısından büsbütün sıyrılmamış olsalar da İngilizlere bir düşmanlık yerine burada yaşamanın yollarını ararlar. Bu bakışla da küresel romana, dünya romanına eklemlenmek çabası vardır. Tam da burada Abdulrazak Gurnah’ın romanları net bir şekilde sömürge karşıtı kitaplar olsaydı acaba Nobel alabilir miydi diye sorulabilir. Çünkü Gurnah sömürgeci anlayışa karşı çıkmakla birlikte Afrika’yı bir Batılıdan daha fazla eleştirmekte, hatta onlardan daha ağır eleştiriler getirmektedir. Nobel’i verenlerin bu yaklaşımı değerlendirdikleri anlaşılıyor.

Romanlarda anlatım biçimi tümüyle tasvirlerden arındırılmış, durumlara, olgulara dayandırılan sade, yalın bir biçimle var olur. Romanlarda tek bir kişide odaklaşmadan çok, birden fazla kişide odaklaşma sağlanarak çoklu bir bakış açısı tercih edilir. Hikâye anlatıcılığı, edebiyat aslında yaşanan acıların, çarpılmanın ve yabancılaşmanın ortaya konulabileceği yegâne türdür. Göç, kimlik krizi, sömürgecilikle ilgili hazırlanan raporlarda sadece sayılar, nedenler ve sonuçlar vardır. Acılar bu raporda yer almaz. İşte yazar bu raporlarda yer almayan acıları, insanlık hâllerini anlatmaya çalışır. Sessizlik hep karakterlerin temel tercihi, giderek bir anlatım biçimi olur. Çünkü derin acılar dile getirilemez. Roman ilerledikçe hikâye anlatıcılığı ağır basar ve gerçekler ortaya dökülür. Ama anlatılan her şeyin, eksik, tamamlanmış olduğu vurgulanır. Özellikle yurt sevgisi ağır bastığında nostaljik bir bakışla yurt övgüsü yapılır ama orada yaşanan kötülükler anlatılmaz, anlatılamaz. Ya gizlenir ya da çarpıtılır. Gizlemek bu anlamda bir savunma biçimi olarak ortaya çıkar.


DÜNYAYA DAĞILMIŞ BİR DRAM

Son Hediye ve Sessizliğe Hayranlık nehir roman da diyebileceğimiz birbirini devamı olan aynı kahramanlarla birbirine bağlanır. Son Hediye bir etnik kimlik, ırk, inanç ekseninde dünyaya dağılmış insanların dramını gündeme getirir. Yurtsuz ve kimliksiz kalmanın bireyde yarattığı sarsıntıları işler. Yönetimlerin ağır baskısı nedeniyle bir zamanlar sömürgeci diye lanetledikleri ülkelere göçmek zorunda kalan bu bireylerin varolma savaşı gündeme getirilir. “Göçmen Abbas Ailesi”nin Londra’daki yaşamından geriye doğru gidilir ve buradan bir insanlık dramı çıkarılır. Memleketini terk etmiş Abbas ve terk edilmiş bir çocuk olan karısı Meryem’in geçmişine yolculuk romanın olay örgüsünü oluşturur. Romanın ağırlık merkezi kültür çatışmasıdır. Bir yanda Müslüman yoksul bir ülke ve onun bireyleri bir yanda sömürgeci bir ülke ve Hristiyan inancı vardır. Bu iki olgu sürekli karşı karşıya gelir, dramların ve ötekileştirmenin aracı, kaynağı olurlar.

Son Hediye’de anlatıcı sömürgeciliği mahkûm etmekle birlikte yaşadığı toprakları cennet olarak göstermek istemez. Ülkesinde yaşama imkânı kalmayan bireylerin göç ettikleri ülkede bir türlü oraya ilişkin aidiyet kuramamanın dramına bakılır. Ne kaçıp geldikleri ülkede huzurları vardır ne de göçmen olarak geldikleri yerde huzur bulurlar. Asıl yurtlarında yabancı oradan kaçıp geldikleri yerde de yabancı olarak görülürler. Bu anlamda roman yersiz yurtsuzların var olma mücadelesini gündeme getirir. Bu nedenle işlemedikleri bir suçun cezasını çeker bunu da kimseye anlatamazlar.

Romanda göçmenlerin ne kadar direnirsen dirensin, oraya ait olmak için uğraşsın, örneğin isimlerini, anlayışlarını, dinlerini değiştirsin asla ev sahibi gibi olamayacakları örneklenir. Hatta giderek bir millet adını almanın, bir tercih ile olamayacağı, bunun bir zihniyet, bir anlayış bir karakter olduğun orta konur. Bu anlamda ismini, dinini her şeyini bir İngiliz gibi oluşturan Abbas’ın kızı Hanna bunu acı bir şekilde tecrübe eder. “Ben İngiliz’im” demesine rağmen geçmişi sorulur, bedeli ödettirilir.

Ailede baba Abbas Müslümandır. Hindistan’da bir ezan sesi duyar camiye gidip namaz kılmak ister ama kafede kahve içmeye devam eder. Ya da Bosna’da yapılan kıyım için müdahale etmek ister. Kızının açık saçık giyinmesine izin vermez. Çocukları Hanna ve Cemal’e Afrika’daki memleketlerini oradaki adetleri anlatır. Onlara Ramazan ayından bahseder. Memleketini sorduklarında ise “Afrikalı bir maymun olduğunu söylerdi.” Müslüman baba kızının açık saçık giyinmesine, bir İngiliz genç kıza dönüşmesine rıza göstermez. Baba Abbas belli belirsiz kökleriyle bağını sürdürmektedir.


İSLAMOFOBİNİN YANSIMALARI

Roman bir Müslüman ailenin ya da öyle kabul edilen ailenin dünyada ve ülkede yaşanan İslamofobinin onlara nasıl yansıdığını anlatır. Baba bilinçsiz de olsa dünyadaki Müslümanların hareketlerine ilgisiz değildir. Örneğin Bosna’da insanların başına gelen zulmün sadece Müslüman olmalarından kaynaklandığını düşünür. Oğlu Cemal 11 Eylül saldırılarını izlerken bunu yapanlar inşallah Filistinliler değildir diye dua eder. Çünkü bu olayı istismar eden güçlülerin Müslüman kıyımı yapabileceklerini sezer. Abbas, Bosnalıları Avrupa’nın zencileri olarak görür. Müslüman olmaları onlara böyle bir bakış açısına sahip olmalarını doğurmuştur.

Romanda göçmenlik tartışılırken işin teknik ve sosyal boyutu Abbas’ın oğlu Cemal üzerinden yapılır. Cemal araştırmasını “Avrupa Birliği’nde göç eğilimleri ve politikaları üzerine yapmıştı.” Yazar bu anlamda özlü sözleri Cemal’e söyletir: “Taşınmak bir çaresizlik ve yıkım anıdır, kaçınılması artık mümkün olmayan bir mağlubiyettir, umutsuz bir kaçış, kötüden daha beter bir duruma, evden evsizliğe, vatandaşlıktan sığınmacı olmaya, katlanılabilir ve hatta halinden memnun bir yaşamdan sefil bir dehşete geçiştir.”

Dolayısıyla roman bütün suçu Batı’ya yükleyip sorumluluktan kaçılmaması gerektiğini vurgular. Ülkenin kendisinin de bu suça ortak olduğunu, bağımsızlık kazanıldıktan sonra kötülüğün devam ettiğini ortaya koyar. Ancak kötülüğü ifade etmenin o kadar da kolay olmadığı açık edilir. Ama bu duruma, yıllarca sömürge ülkesi olmasının da payı büyüktür. Bir ülke, millet, medeniyet bilinci gelişememiş sömürgeden bir başka kötü yönetime evrilinilmiştir.

Sessizliğe Hayranlık onun bir başka suskunluğu seçmiş kahramanı anlattığı romanıdır. Anlatıcı romanın girişinde şöyle diyecektir: “Ben aciz değilim. Trajediyim. Bu anlamsız dünya kargaşa dolu ve ben de kaybolanlardan biriyim.” Romanın sessiz ve isimsiz anlatıcısı üniversite öğrenimi için geldiği İngiltere’de hayata karışıp geçmişini, köklerini unutmak ister. Bu arada bir aile kurar (Emma) ve bir de çocuğu (Amelia) olur. Emma ailenin karşı çıkmasına rağmen bir siyahi ile birlikte yaşamayı seçmiştir. Ne var ki bu birliktelik hep sorunlu olur. Emma ilerici, burjuva anlayışlarına karşı çıkan, bir siyahi ile birlikte olmayı normal gören biridir. Ama o da ileride siyahi eşini terk edecektir.

Roman anlatıcısının Afrika’daki hayatı ile İngiltere’deki yaşamı iç içe bir şekilde ilerler. Kendi memleketini anlatırken sömürgeci güçleri ve onun gündelik hayata yansımasın gündeme getirir. Roman ironik bir üsluba yaslanır. Batılı Afrika’yı kafasındaki şablonlarla tanımlaması ironik bir dille eleştiririr. Emma’nın ailesiyle anlatıcının konuşması ırk ve göçmenlik, sömürgecilik sorununun konuşulduğu bölümlerdir. Anlatıcı sömürgeciliği savunan aileye ironik bir dille duymak istediklerini ve sömürgeci retoriğini anlatır. Anlatıcı, birlikte yaşadığı kadın Emma’yla tartışmalarında sömürgecilerin geride bıraktıklarını şöyle özetler: “Ve bundan bize düşen de sömürgeleştirilmek, asimile olmak, eğitilmek, yabancılaşmak, entegre olmak, kültürel çatışmaların içinde kalmak, bir bayrak ve milli marş kazanmak, yozlaşmak, açlıktan ölmek ve bütün bunlar hakkında söylenmek oldu. İyi bir anlaşma, biz naçiz yeteneklerimizle üzerimize düşeni elimizden geldiğince yaptık fakat bu, ülkelerine izinsizce, tehlike arz ederek yerleşen isterik yabancılar tarafından kullanılmış hisseden o fazla duyarlı vatanseverleri memnun etmek için yeterli olmadı. Onlar ganimeti aldı, biz endişeyi, fakat bu bile yeterli değildi bu grup için.” Batılı (Emma) ise “size bireyselliği, buzdolabını ve kutsal evlilik bağını getirdik” diyecektir.


KÖKLERİNİ ARAMAK İSTER

Bu arada anlatıcı Zenzibar’a döner. Aidiyet sorununu çözmek köklerini aramaktadır. Kayıp babasının Abbas olduğunu öğrenir. Babası da Zenzibar’ı tek etmiştir. Ülkesi yaşanacak bir yer değildir. Koyu komünist bir rejim diktatörlüğü yönetim biçimi olarak seçmiştir. Özgürlükler askıya alınmış, insanlar nefes alamayacak hâldedir. Diğer yandan toplumu ile büyük bir yabancılaşma yaşar. Aile çevresi de onu bu haliyle kabullenmez. Onu evlendirerek hayatlarına katmak isterler. Ama anlatıcı Emma’yı düşünerek reddeder. Kırık dökük Müslümanlığını hatırlar camiye gider. Ama artık bu dünyanın çok uzağına düşmüştür. Vahabi dayısı, kendi dünyasına gömülmüş üvey, babası onun dünyasına yabancıdır. Büyük bir hayal kırıklığı yaşar: “Bu harap şehrin yıkıntıları arasında dolaşırken kendimi kendi hayatımın sığınmacısı gibi hissetmem üzmüştü beni. Vaktiyle bildiğim şeylerin ve zihnimde yıllarca başka türlü yaşadığım yerlerin bu dönüşümü bana geçmişimden kovulmak gibi geldi.”

Yeniden İngiltere’ye döner. Ama bu kez de Emma kendisini terk etmiştir. Böylece ne kendi memleketi ne de İngiltere ona yuva olacak durumdadır. Yersiz, yurtsuz, kimliksiz hayal kırıklığı içinde hayata nereden tutunacağını düşünür. Uçakta tanıştığı Hintli kadın İra’yı aramayı düşünür. Böylece roman küçük bir umut kırıntısı ile biter. İra da bir İngiliz’le evlenip ayrılmıştır. Ancak iki göçmen belki ortak bir dünyada yaşayabilirler. Beyaz ve siyahi evlilikler, birliktelikler başarısızlıkla sonuçlanır.

Abdulrazak Gurnah Zengibar’da doğan ama İngiltere’de yaşayan, orada profesörlük yapan ve İngilizce yazan bir yazar. Bu anlamda onun bir Afrikalı yazar sayılıp sayılmayacağı tartışılmıştır. Özellikle romanlarında sömürgecilerin dilini kullanması anlattığı dünyanın da tümüyle Afrikalı zihniyeti yansıtıp yansıtmadığı yönünde okuru şüpheye düşürür. Çünkü dil kültür taşıyıcısı ve o kültürün zihniyetini temsil eder.

Barbarların istilasına uğramış ulusların edebiyatçıları ilk olarak tahakküm düzenini tersine çevirmek, edebiyatlarını kendi içinde tutarlı bir şekilde yeniden inşa etmek için geçmişle, maziyle yeniden bağlantı kurmak ve silinen hafızayı yeniden onarmak durumunda kalırlar. Dillerini yeniden kazanmak, istilacıların etkisini silmek kendine özgü yapısını oluşturmak isterler. Edebiyatın yeniden doğuşu bu birikim üzerine kurgulanır. Sömürgeci zihniyetin tüm kalıntıları silinmeden, sarsılmadan, reddedilmeden bir özerkleşme mümkün değildir. Halkın gerçek zihniyetini, onun ruhunu ifade edecek bir edebiyat üretip ona asalet kazandırmak gerekir. İçine ulusal bir ruh üflenmeden millî bir edebiyat yaratılamaz. Sömürgecinin dilini kullanarak bu ulus inşa edilemez. Edebî özerklik dille başlar. Bu ülkelerdeki yazarlar ya millî dille yazıp az tanınmışlığı göze alarak uluslarının edebiyatlarını, kültürlerini zenginleştirecek ya da sömürgecilerin dilini kullanarak geniş kesimlere ulaşmayı hedefleyecekler. Afrika edebiyatı bu sancıları yaşıyor.

#Abdulrazak Gurnah
#Afrika
#Nobel Ödülü
2 yıl önce