İftar çadırımıza n’oldu?

90’lı yıllarda İstanbul’dan ülke sathına yayılan iftar çadırı ve akabinde sokak iftarları toplumu o eski muhteşem günlere döndürme ve kaynaştırma için fırsat olarak görülebilirdi. Şeklen doğru ancak muhteva olarak yanlışları da barındıran, deyim yerindeyse suyu çıkarılan bir gelişmeydi. Muhtemel bir modern geleneği tepmiş olduk.

Muhammed Gümüş Yeni Şafak
İftar çadırı.

Osmanlı İstanbul’unda ramazan sofralarını yazmıştım geçen hafta. Cemiyeti farklı bir iklime ve medeniyete taşıyan bu sofralar her yönüyle muhteşemdi bir zamanlar. Zengin ile fakiri buluştururdu. Ancak spot ışıklarını günümüze çevirince iş değişiyor. Neden aynı ramazan medeniyetini ve sofralarını kuramıyoruz diye soruyorum kendi kendime.

90’lı yıllarda İstanbul’dan ülke sathına yayılan iftar çadırı ve akabinde sokak iftarları toplumu o eski muhteşem günlere döndürme ve kaynaştırma için fırsat olarak görülebilirdi. Şeklen doğru ancak muhteva olarak yanlışları da barındıran, deyim yerindeyse suyu çıkarılan bir gelişmeydi. Muhtemel bir modern geleneği tepmiş olduk. Yanlışların düzeltilmesi yerine bu ‘moda’ yavaş yavaş terk edildi. Terk edilirken de yerine bir şey konmadı.

Başta yerel yönetimler ve sivil toplum kuruluşları tarafından şehrin belirli nokta ve meyaanlarına kurulan ve hayırseverlerin desteğiyle ücretsiz iftar yemeği verilen çadırlar artık eski önemini ve ihtişamını kaybetti. Belediyelerin birçoğu bu modayı terk etti. Ancak halen bazı belediyeler tek tük de olsa ilk haliyle devam ettiriyor.

Çadır fikri nasıl çıktı?

Gelelim ilk iftar çadırına. 1994’te seçimi kazanıp işbaşına gelince akademisyenlerle bir toplantı gerçekleştiren dönemin Üsküdar Belediye Başkanı Yılmaz Bayat, ramazanın sönük geçtiğini gözlemliyor, canlandırılması gerektiğini düşünerek Katibim şenliklerine ilave olarak kitap ve kırtasiye fuarı düzenliyor. İnsanların bu çadırlarda daha çok vakit geçirdiğini fark edince toplu iftar için büyük bir salon arayışına giriyor. Bulunamaması üzerine Dr. Özder Odabaşı’ndan gelen öneriyle iftar çadırı fikri ortaya çıkıyor. Böylece 1995 yılında ilk iftar çadırı Üsküdar’da kuruluyor. Sonra bunu başta Bağcılar olmak üzere diğer belediyeler takip ediyor.

İlk açılan iftarı çadırını bir devrim olarak nitelendiren yazar Mustafa Kutlu 9 Temmuz 2014 tarihli Yeni Şafak’taki yazısında şu değerlendirmede bulunuyor: “Bu çadır günümüzün Ramazan tarihinde bir devrimdir. Ardından öteki belediyeler de çadır kurmaya başladılar. “Çadır iftarı” Ramazan”a müthiş bir enerji kattı, Ramazan âdeta gizlendiği yerden sokağa çıktı. Sonra çadırlara sahne ilavesi oldu. Şiirler okundu, sohbetler oldu, ilahiler söylendi.” ifadelerine yer veriyor. Kutlu ayrıca bir başka ilke daha işaret ediyor: “Yaz Ramazanları”nda çadırların yanısıra “sokak iftarları” boy gösterdi. Bir mahalle iftarda biraraya geldi. Bu da bir ilktir.”

Dönüştürülebilir miydi?

Özellikle belediyeler tarafından yaygınlaştırılan ve 10-15 yıl devam ettirilen iftar çadırı modası bir geleneğe dönüştürülebilir miydi, ıslah edilerek, yanlışlardan ayıklanarak devam ettirilebilir miydi? Buna dilerseniz sizlerden gelecek yorumların ışığında daha sonra birlikte cevap arayalım. Belki işin doğrularını ve yanlışlarını, artı ve eksilerini ortaya koymak ve bu doğrultuda sürdürmek mümkün olabilirdi.

Bu arada konuyla ilgili şu noktaya da değinmeden geçmeyelim. Gözardı edilmemesi gereken noktalardır bunlar. Eğer siz bir hayır yapacaksanız bunu ikram edeceğiniz kişileri bir araya toplayıp gösteriye dönüştürmezsiniz. Yoksula ikramın en makbulu onun ayağına gitmektir. Bir başka nokta da şu. Özen ve önem vermeden yapılan ikram bence ikram değil, gösteri veya başka bir şeydir.

Keşke belediyeler tarafından yaygınlaştırılan iftar çadırları özenli ve lezzetli sofralara dönüşebilseydi.

İhmal edilen bir konu: İstiklal Marşı


Milli mücadeleye dair pek çok eser varken bu mücadelenin sembolü ve ilham kaynağı durumundaki İstiklal Marşı için bugüne kadar yazılmış bir çalışma maalesef yok gibi. Belki varsa da bilgimiz dahilinde değil. Yazar İsmail Güleç'in “İstiklal Marşı”nı edebi bir metin olarak incelediği kitap Ketebe Yayınları'ndan çıktı. Bugüne kadar ihmal edilmiş bir konu tek başına bir çalışma olarak bu eserde ele alınıyor. Biçim ve şekil bakımından ele alınan marşın söz dizimi ve kelime yapısı irdeleniyor. Kitapta ayrıca marşın her kıtası ayrı ayrı edebi sanatlara göre açıklanıyor.


Teknoloji hayatın neresine düşer?


Teknoloji yazarı Melih Bayram Dede'nin kaleme aldığı “Teknoloji ve Hayat” isimli kitap Liz Yayınları etiketiyle çıktı. Kitapta sosyal medyadan yapay zekâya, fiber internetten algoritmaların geleceğine kadar teknoloji gündemini meşgul edebilecek türden birçok farklı konu yer alıyor. Sosyal medyanın arka planındaki gerçekleri dile getiren yazar, 126 sayfalık kitabında ayrıca sosyal medyanın toplum üzerindeki etkilerini de sorguluyor, okuruna algoritmanın götürdüğü yere gitmeyin mesajı veriyor.


Bozulmamış gen ve kirlenmemiş toprak aramak


“Bir önceki yüzyılda genetik çeşitliliğin yüzde 75'i kaybolmuş. Bu insanlık için çok büyük bir tehlike. Dünyada tarımın ilk yapıldığı yer olan ülkemiz endemik bitki türü bakımından da çok zengin. Dünya üzerinde var olan 112 bin endemik bitki türünde yaklaşık 4 bini Türkiye'de bulunuyor. Ama maalesef popülist ve yanlış çevre ve tarım politikaları yüzünden bunların çoğu tehlike altında, hatta bazılarını kaybetmek üzereyiz.” Yukarıdaki paragrafta Prof. Dr. Ahmet Aydın'ın değerli görüşüne yer vermek istedim. Aydın'ın “Taş Devri Diyeti” adlı kitabın “Genleriyle oynanmış tohumlar” bölümünde çok net bir dille ifade ediliyor. İşte bu gerçeğe dikkat çeken bir film ve çok kıymetli yönetmeniyle ilgili birkaç kelam etmekte fayda var. “Bal”, “Süt” ve “Yumurta” filmlerinden müteşekkil Yusuf üçlemesi ile yerli sinemada farklı bir kulvar açan Semih Kaplanoğlu, yazıp yönettiği 2017 yapımı “Buğday” ile bu sefer 'dert taşıyan' bir yapıma imza attı. Bilimkurgu türü siyah-beyaz sinema filminin omurgasını açlık, kuraklık, mülteciler ve genetik değişiklikler oluşturuyor. Başından sonuna kadar merak ve gerilim muhteva eden filmdeki arayış ve uğraşı uğultu ile daha da karamsar hava estiriyor. Yabancı dilde ve dünya çapındaki film genetiği ve dünyanın gidişatını tartışma konusu haline getiriyor. Bir anlamda bozulmamış genin ve kirlenmemiş toprağın arayışı bizi sanki metafizik dünyada uçsuz bucaksız çöl yolculuğuna çıkarıyor. Tek başına mistik bir yolculuk bu. Cemil Akman'ın peşinde aylardır yalnız olduğunu bilmeden dolaşan profesörün yolculuğu. Bu kirlenmişlik ve bozulmuşluk ortamından bizi kurtaracak bir Hızır'ın gerektiğini imgeleyerek.


Hayat, incelik ve diyetler için çok kısa. Diyet yemekleri, orkestrası olmayan bir opera gibidir.


Paul Bocuse


Büyük bir şairi okumak pazar adetimdir