Kısa ömrün uzun hikayesi: Ömer Seyfettin

Kendisi de Ömer Seyfettin gibi Gönen’de doğan ve hâlâ Gönen’de yaşayan Salim Nizam’ın Ötüken Neşriyat’tan çıkan Ben Gönen’de Doğdum eseri, Ömer Seyfettin üzerine yazılmış ilk biyografik roman olma özelliğini de taşıyor.

Haber Merkezi Yeni Şafak
Ömer Seyfettin.

Ferahfeza Erdoğan

Ömer Seyfettin’in Türk edebiyatındaki yeri elbet hepimizin malumu. 36 yıla sığan kısacık ömründe çok şey gördü, çok şey yaşadı ve çok şey yazdı. Özellikle “Kaşağı”, “And”, “Falaka” gibi hikâyeleri bizleri çok etkilemiş, çocukluğumuzun derinliklerinde daha o yaşta edebi zevkimizin oluşmasına da vesile olmuştur. Neredeyse çağdaş Türk hikâyeciliğini başlatan yazar diyebiliriz Ömer Seyfettin için. Salim Nizam’ın ESKADER (Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği)’nin 2022 yılı roman ödülüne de değer görülen Ömer Seyfettin’i anlattığı Ben Gönen’de Doğdum romanında görüyoruz ki, Ömer Seyfettin’in kendi hayatı da en az yazdığı hikâyeler kadar etkileyici.

Kendisi de Ömer Seyfettin gibi Gönen’de doğan ve hala Gönen’de yaşayan Salim Nizam’ın Ötüken Neşriyat’tan çıkan Ben Gönen’de Doğdum eseri, Ömer Seyfettin üzerine yazılmış ilk biyografik roman olma özelliğini de taşıyor.

TÜRKÇEMİZİN KRİSTOF KOLOMB’U

Ömer Seyfettin, romanda da okuduğumuz üzere sadece bir yazar, şair, asker ve öğretmen değildir. O, 1911 yılında Genç Kalemler dergisinde yayımlanan “Yeni Lisan” makalesiyle millî dili dirilterek millî edebiyatın temellerini atan kişidir. Ziya Gökalp’in de dediği gibi “Ömer Seyfettin, bugünkü Türkçemizin Kristof Kolomb’udur.” Hep kaleminin arkasında olan yazarımız, bu sefer kalemin ucunda, bir roman karakteri olarak çıkıyor karşımıza.

Gelin şimdi, bir mart günü başlayıp yine bir mart günü biten bu 544 sayfaya sığdırılmış ömre biraz daha yakından bakalım:

Ömer Seyfettin’in ölümünün yüzüncü yılına ithafen yazıldığı için Ben Gönen’de Doğdum romanı da yüz bölümden oluşuyor. Kitabın girişinde ise bizi Ömer Seyfettin’in “Doğduğum Yer” şiiri karşılıyor:

“Buralardan çok uzakta bir köydü!/ Beyaz, billur bir derecik içinden,/ Hıçkırırdı, sevinerek geçerken,/ Kenarında vardı birçok söğüdü…” diye başlıyor söze usta hikayecimiz ve ardından da Prof. Dr. Nazım Hikmet Polat’ın bu roman üzerine yazdığı sunuşuyla devam ediyoruz yola.

HAYATINDAN İZLER

Ben Gönen’de Doğdum romanını okurken Ömer Seyfettin’in hikâyeleriyle hayatı arasında paralellikler olduğunu, hikâyelerinin otobiyografik ögeler taşıdığını da fark ediyoruz ister istemez. Bilhassa da Gönen’de geçen çocukluğundan izler taşıyan “And” hikayesi ve bu hikayesinde yer alan çocukluk arkadaşı Mustafa’nın kuduzdan ölmesi, yine “Kaşağı” hikayesinde olduğu gibi kendi kardeşinin de kuşpalazı hastalığına yakalanıp ölmesi, “İlk Cinayet”, “İlk Namaz”… Bunu yadırgamıyoruz elbette; ne de olsa her sanat eseri, sanatçısının hayatından izler taşımaz mı?

Şunu da belirtmeliyiz ki, roman, Ömer Seyfettin’in yaşadığı dönemin sosyolojik yapısına da ışık tutuyor. Özellikle de Gönen’de geçen çocukluk yıllarına ait sahneler bu açıdan çok çarpıcı. Mesela yılbaşında bal kabağı pişirmesi, melela doğum yapan kadının yatağının altına alıç tohumu, üvez ve mürver dalları koymak gibi adetlere yer verilmesi… Üstelik yine o yöreye ait olan dada, yazla, cücüklenmek, cıbrısa, uğrama olmak, mavurlu gibi yöresel kelimelere de yer veriliyor, Ömer Seyfettin’in çocukluğunun geçtiği Gönen yılları anlatılırken. Hatta ekşi macun soğukluğu, cıbrasalı kabak çorbası, ahlât hoşafı gibi çeşitli yöresel yemek tarifleri de karşımıza çokça çıkıyor. Bunun sebebi elbette ki her iki yazarın da- hem Ömer Seyfettin’in hem de onun hayatını romanlaştıran Salim Nizam’ın- hemşehri olması, aynı yörede doğup büyümesi, aynı sudan içmesidir diyebiliriz.

Salim Nizam, öyle ayrıntıların altını çiziyor ki romanda, Ömer Seyfettin’in gezip gördüğü, yaşadığı yerleri onun peşi sıra adım adım takip ediyoruz biz de sayfalar ilerledikçe. Gönen’den sonra Halil Bey çiftliği, İnebolu, İstanbul, Ayancık, Edirne, Pirlepe (Kuzey Makedonya), Kuşadası, İzmir, Selanik, Yakorit (Bulgaristan), Patras (Yunanistan), Atina… Attığımız her adımda sadece Ömer Seyfettin’in özel hayatıyla ilgili bilgiler edinmiyoruz; aynı zamanda dönemin sosyal ve siyasi olaylarını ve bunların halkı nasıl etkilediğini de öğrenme fırsatı buluyoruz. Çocukluğu, mektep yılları, arkadaşlarıyla olan kavgaları, tutkulu okumaları, olimpiyatlara katılmayı hayal edecek kadar jimnastiğe düşkünlüğü ve at binmeyi sevmesi; ardından Balkan Savaşı’nda esir düşmesi, iki yıla yakın süren esaretinde bile yazmaya olan tutkusunu kaybetmeyip esir kampında yazmaya devam edebilmek için daktilo istemesi, kaybettiği sevdikleri, Calibe Hanım ile kısa süren evliliği ve boşanması, kızı Güner’i göremeyişinin verdiği ıstırap, boşandıktan sonra inzivaya çekileceği Münferit Yalı’daki son yıllarını öğrendiğimiz gibi; 1894 büyük İstanbul depremini, Türk- Yunan Harbi’ni, II. Abdülhamid’in tahta çıkışının 25. yıldönümü kutlamalarını, II. Meşrutiyetin ilanını, tayyare ile Manş Denizi’ni geçen Fransız pilot Louis Bleriot’un İstanbul’daki uçma girişimlerini, Yeni Lisan Hareketi’ni, Genç Kalemler dergisinin sergüzeştini, Balkan Harbi’ni, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni, Çanakkale Savaşı’nı, Mütareke yıllarını, İzmir’in işgalini, ülke çapında yapılan mitingleri ve sürgünleri de Ömer Seyfettin’in hayatı üzerinden ayrıntıları ile inceleyebiliyoruz.

Yazar Salim Nizam’ın da dediği gibi “kısa bir ömrün uzun hikâyesi” bu roman. Özgürlüğe hasret, sevdiğine hasret, evladına hasret, vatanına hasret, en çok da bir türlü başlayamadığı büyük eserini yazmaya hasret geçmiş bir ömür… Sizler de bu romanı okuyarak bu kısa ama etkili ömre tanıklık edebilirsiniz.