“Hilâl-i Ahdar’ın vazîfesi Dîn-i Ahmedî’nin [İslâm] hâkim olduğu vatana pek yabancı bir düşman olan içki ve mükeyyifât [keyif verici maddeler] ile mücâdeledir. Bu mücadelenin samîmî, ciddî ve makul [aklî] olmasını temîn için, bu bâdireyi memleketimizden def etmek ve sâliklerini [bu yolda olanları] ve hususiyle [özellikle] genç nesli bu belâdan kurtarmak için cemiyet icrâ-yı faâliyete [faaliyet yürütmeye] başlıyor.”
Hilâl-i Ahdar, yani bugünkü adıyla Yeşilay Cemiyeti, Dr. Mazhar Osman’ın bu ifadeleriyle 5 Mart 1920’de İstanbul’da faaliyetlerine başlamıştı. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıktığı, İstanbul’un işgal altında bulunduğu ve Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde Millî Mücadele’nin en kritik safhalarının yaşandığı bir dönemde; Bediüzzaman Said Nursi, Tevfik Rüştü Aras, H. Tarık Us, Hamdullah Suphi, Velid Ebüzziya, Eşref Edip, Mustafa Şekip, Süheyl Ünver ve Fahrettin Kerim Gökay gibi devrin önde gelen isimlerinin bir araya gelerek Yeşilay Cemiyeti’ni kurmaları dikkat çekici bir hadisedir.
Günümüzde ünlülere yönelik uyuşturucu operasyonları, yüz yıl öncesiyle kıyaslandığında farklı bir toplumsal tabakadaki ahlaki çözülmeye işaret etse de Yeşilay gibi yalnızca toplumsal faydayı hedefleyerek bağımlılıklarla mücadele eden kurumların önemini bir kez daha gözler önüne sermektedir. Peki, böylesine çalkantılı bir ortamda bu girişimi zorunlu kılan toplumsal şartlar nelerdi? Bu yazıda, Yeşilay’ı ortaya çıkaran toplumsal gelişmeleri, cemiyetin kuruluş sürecini ve Osmanlı’nın son döneminde alkol ile keyif verici maddelere karşı yürütülen mücadeleyi ele alacağız.
Mütareke İstanbul’unda ahlaki çöküntü
Savaş yıllarında İttifak Devletleri askerlerini ağırlayan İstanbul, savaşın sona ermesi ve Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından bu kez kazanan taraf olan İtilaf Devletleri askerlerinin yerleştiği bir şehir hâline geldi. İşgal kuvvetlerinin gelişiyle 1918 sonrasında özellikle Galata ve Beyoğlu hattında açılan birahane, bar, pavyon ve müzikhol gibi eğlence mekânlarının sayısında adeta bir patlama yaşanırken alkol tüketimi ve sefahat kültürü hızla yaygınlaşmıştı. İşgal askerleri ile savaş zenginlerinin talepleri doğrultusunda şekillenen bu yeni eğlence anlayışı, zamanla geleneksel kıraathaneleri bile alkol alınan, dans edilen ve kumar oynanan mekânlara dönüştürerek toplumsal dokuyu tahrip etmeye başladı.
Bu sosyal erozyon, 1920 yılında Bolşevik Devrimi’nden kaçan General Wrangel komutasındaki Beyaz Rus mültecilerin İstanbul’a sığınmasıyla birlikte dramatik bir boyuta ulaşmıştı. Rus göçmenlerin ve işgal askerlerinin etkisiyle, o güne kadar sınırlı olan uyuşturucu kullanımı “beyaz toz” (kokain) adıyla yaygınlaşmış, bu alışkanlık kaymak tabakadan başlayarak mahalle kahvehanelerine kadar inmişti.
Tombala ile Mücadele Derneği
Tüm bağımlılıkların artışına paralel olarak kumar da çeşitlenmiş örneğin tombala oyunu bir salgın halini aldığı için 1921 yılında “Tombala ile Mücadele Derneği” adında bir dernek bile kurulmuştu. Bu atmosfer içinde şehir, başta sağlık olmak üzere pek çok alanda ciddi sorunlarla karşı karşıya kaldı. Bunlardan biri de Rusya ve Amerika başta olmak üzere çeşitli ülkelerden getirilen ispirto gibi alkollü içkilerin hızla yaygınlaşmasıyla ortaya çıkan alkol bağımlılığı problemiydi. Özellikle gençler arasında daha önce benzeri görülmemiş ölçüde yaygınlaşan alkol kullanımı, halkta ciddi bir rahatsızlık yaratmış; bununla birlikte asayiş sorunlarının da belirgin biçimde artmasına yol açmıştı.
Yeşilay’ın kurucuları arasında yer alan Fahrettin Kerim Gökay’ın 1963’te yazdığı satırlar söz konusu atmosferi çok iyi anlatmaktadır:
“Tarihten 43 yıl evvel İstanbul’un acı ve kara günlerinde muhterem hocamız Mazhar Osman ve arkadaşları ile birlikte Yeşilay Cemiyeti'ni kurmuştuk. O zamanki adı Hilal-i Ahdar’dı. Sonra Yeşilay’a çevirdik. Bu cemiyeti niçin kurduk? Memleketin kara günlerinde variller dolusu ispirtolu içkiler memlekete sokuluyor ve vatandaşlar bu içkilerin tesiri altında manevi benliklerini kaybediyor ve her gün biraz daha manevi bir yıkıntıya gidiyorlardı. Bu sırada içkiye karşı savaş yapmak üzere Hilal-i Ahdar Cemiyeti’ni şimdiki Ankara Caddesinde Matbuat Cemiyeti denilen binanın üst katında kurmuş bulunduk. Üzerinden 43 yıl geçmiş bulunuyor.”
Yeşilay kuruluyor
Kamuoyunun bu meseleye kalıcı bir çözüm beklentisi içinde olduğu bir dönemde, başta alkol bağımlılığı olmak üzere pek çok toplumsal sorunla mücadele edebilmek amacıyla 5 Mart 1920 tarihinde, Şeyhülislâm Haydarîzâde İbrâhim Efendi’nin himayesinde Hilâl-i Ahdar (Yeşilay) Cemiyeti kuruldu.
Yeşilay Cemiyeti’nin kuruluş toplantısı, 5 Mart 1920 günü Bâbıâli’de, Nallı Mescid yanındaki binada bulunan Matbuat Cemiyeti’nde, dönemin Şeyhülislamı Haydarîzâde İbrâhim Efendi’nin başkanlığında gerçekleştirildi. Toplantıya Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye âzalarından Bediüzzaman Said Nursi, Tevfik Rüştü Aras, H. Tarık Us, Hamdullah Suphi, Velid Ebüzziya, Eşref Edip, Müderris Mustafa Şekip, Süheyl Ünver ve Fahrettin Kerim Gökay gibi devrin önde gelen isimleri katıldı.
Dr. Mazhar Osman, toplantının ilk konuşmasını yaparak içkinin dinî, toplumsal ve ahlâkî zararlarına dikkat çekmiş; cemiyetin hangi amaçla kurulduğunu ve üyelerden ne beklendiğini açık bir dille ortaya koymuştu. Toplantının kapanış konuşmasını ise Şeyhülislâm Haydarîzâde İbrâhim Efendi yapmıştı. İbrâhim Efendi, insanı şerefli kılan temel vasfın akıl olduğunu, kâinattaki düzenin devamının ise Allah korkusuna dayandığını vurgulamış; alkolün bu iki unsuru ortadan kaldırması sebebiyle insanlığın en büyük düşmanlarından biri hâline geldiğini ifade etmişti.
Bu nedenle insanlığın alkole karşı açık bir tavır alması gerektiğini, bunun da ancak Hz. Muhammed’in (sav) parlak ve nurlu şeriatine hakkıyla riayet etmekle mümkün olacağını belirtmişti. Konuşmasının sonunda ise, böylesine büyük bir belaya karşı edebiyatçılarla ulemanın el ele vererek bir cemiyet kurmuş olmasından dolayı Meşihat makamı ve İslâm adına duyduğu memnuniyeti dile getirmiş, sözlerini dualarla tamamlamıştı.
Yeşilay’ın etkisi
Yeşilay’ın kurulmasının üzerinden henüz on bir gün geçmişken, 16 Mart’ta İngilizlerin gerçekleştirdiği meşum Şehzadebaşı Baskını ile İstanbul resmen işgal edilmiş; 18 Mart’ta ise son Osmanlı Meclis-i Mebusan’ı kapatılmıştı. Bu mecliste görev yapan vekillerden İstanbul’dan kaçabilenler ile yeni seçilen isimlerin katılımıyla, 23 Nisan 1920’de Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi açılmış ve bu adım Millî Mücadele’nin başarısında hayati bir dönüm noktası olmuştur.
Meclis’in açılmasından yalnızca beş gün sonra, 28 Nisan 1920’de Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey tarafından Men-i Müskirat, yani içki yasağı kanunu teklifi verilmiş ve kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Bu düzenleme, doğrudan olmasa da Yeşilay Cemiyeti’nin yürüttüğü ahlaki ve toplumsal mücadelenin siyasal alandaki en somut yansımalarından biri olarak değerlendirilmelidir.
Yeşilay’ın kuruluşundan bugüne dersler
Büyük toplumsal dönüşümlerin ahlaki yozlaşmayı da beraberinde getirmesi, insanlık tarihinin değişmeyen olgularından birisidir. Ancak her yozlaşma ardından ahlaki bir tepkiyi, çürümeye karşı tedavi, kirlenmeye karşı arınma çağrısını da doğurmuştur. Yeşilay’ın kuruluşu ve aradan geçen zamana rağmen kesintisiz biçimde süren faaliyetleri de işte böyle bir vicdanî çağrının somut bir tezahürüdür. Cemiyetin kurucularından Dr. Mazhar Osman’ın konuşmasında yer alan aşağıdaki ifadeler ise, bağımlılıkların neden yayıldığını ve bu satırları okuyan sorumluluk sahibi insanların ne yapması gerektiğini hatırlatan, yaklaşık yüzyıl sonra bile canlılığını koruyan güçlü bir uyarı niteliği taşımaktadır. Gelin, bu sözlere yeniden kulak verelim ve birey ve toplumu çürüten tüm bağımlılıklara karşı birlikte mücadele edelim:
“Dîn-i Mübîn’in [açık ve apaçık dinin/İslâm’ın] nass-ı kātı‘ [kesin ve tartışmasız hükmü] ile men‘ [yasak] ettiği bu dâhiyeyi [felâketi, belâyı] cehlimiz [bilgisizliğimiz], edebiyâtımız, göreneğimiz, başkalarını taklîdimiz ve seciyesizliğimiz [karakter eksikliğimiz] halkımıza musallat etti. Kavâid-i dîniyyesini [dinî esasları] öğretemediğimiz köylümüze varıncaya kadar ümmü’l-habâisin [kötülüklerin anasının; içkinin] çeşnisini [tadını] bilmeyenler kalmadı.
Memleketin bir sınıf mütefekkiri [düşünürü, aydını] bundan âr [utanç] hissetmeli ve neslimizi şerrinden [kötülüğünden] kurtarmaya çalışmalıyız. İçkinin dînen harâm, sıhhaten [sağlık açısından] fevkalâde muzır [zararlı], nesle karşı tahrîbkâr [nesli yıpratıcı, bozucu], iktisaden felâket, nihâyet bir lâzime-i medeniyye [medeniyetin gereği] değil, ictimâ‘en [toplumsal olarak] ve ahlâken [ahlak bakımından] çirkin ve ayıb [ayıp] olduğunu halka anlatmalıyız.”