Tuba Kaplan: Mübarek bir haftayı geride bıraktık bile. Huzurlu bir uyum, ahenk ve dinginlik vardı benim evimde bu hafta. Mumları yaktım, klasik bestelerden açtım, sahur ve iftar sofralarını başkalaştırdım. Herkesin iftar coşkusunu hissetim, kalabalık iftarlara katıldım. İstanbul Ramazanlarını düşünürken Yahya Kemal'in, "Atik Valde'den İnen Sokakta" şiiri geldi aklıma. Kemal’in herkes iftar sofralarına koşup aynılaştığı bir an olan Ramazan’da tenha bir sokakta “oruçsuz ve neş’esiz” kalışını bir an düşündüm ve inanmanı yaydığı o neşe ve aşinalık, kalbin sıhhati ve sırrın hakikati beni sararken "içeride" olmanın neşesine bir daha şükrettim.
Dürdane İsrâ Çınar: İki sene evvelki ramazan bahara denk gelmişti hatırlarsan. "Yılın sabah zamanı" der Lehçetü’l Hakâyık'ta Âlî Bey bahar eyyamı için. Bu defa kışa rastladı, yani yılın gecesine. Tam da bu yüzden sanki daha bir nurlandırdı içimizin kesif karanlığını. İftardan sonra bir adet oldu bize, fırsat buldukça koştuk Selimiye semtine, Karlık Bayırı'na. Ruhumuzun doruklarını seyre durmaya... Mahyâlar asılmış hem karşıda hem burada. Büyük Selimiye Camii gelinlik kız gibi. Kışla, bir kırmızı bir beyaz! Böyle anlarda derinden duyuyor insan niçin inandığını. Niçin vatan sevgisini imandan saydığını. Galiba en çok da bunu unutuyoruz, şevki ve neşeyi, inanırken...
Tuba Kaplan: Ramazanlar kışa çekiliyor artık eski kış Ramazanlarını hatırlatır şekilde…Süheyl Ünver, Osmanlı için “Ramazan medeniyeti” diye bir tabir kullanıyor. Bu tabiri düşündükçe insan Ramazan’da halk nasıl davranıyordu, nasıl bir başkalık ortamı kuruluyordu ki bir medeniyet diye telakki edilecek kadar ramazan kendine yer buluyordu diye merak ediyor. İftar topu, mâniler okuyarak mahalleyi sokak sokak arşınlayan, geceye başka bir ses yayan Ramazan davulcusu, iftar sofraları, sahur sofrası, şerefelerinde kandiller yanan minareler, mahyalar; camilerde veya evlerde okunan mukabeleler, cemaatle kılınan teravih namazları, misafirin verdiği diş kiraları birçok geleneğin özenle yankılandığı mübarek bir ayın dünden bugüne devam eden şevki, neşesi dediğin gibi yeniden bir ünsiyet kurduruyor insana; yaşamak ve hatırlamanın sıhhati…
Dürdane İsrâ Çınar: Ramazan medeniyeti… Bir terkiple eksiksiz tarif etmiş Ünver. Eşim geçen gün bir arkadaşına davetliydi iftarda. Bilmem kaç kuşak Kadıköylü bir aile. Osmanağa Camii'ne yakın bir evde, ihtiyar annesiyle yaşayan bekâr bir adam. Eşim eve gelince anlattığı ilk şey, iftar sofrası olmuştu. Eski İstanbul geleneği, sofraya önce iftariyelikleri getirmiş arkadaşının annesi. Türlü reçeller, zeytin, peynir hurma… Bunlardan sonra bir tas çorba: Ahmet Rasim “midenin cilası” demiyor boşuna. Geleneğimizde mâlum, iki fasıldan oluşuyor iftar sofrası. Arada vakit namazı eda ediliyor. Sonra ana yemekten devam ediliyor. İnsan böyle kendine has bir seremoniyle yenip içilen sofradan yaşamanın ve hatırlamanın sıhhatiyle kalkmasın da ne yapsın?
Tuba Kaplan: Ne hoş hatıra, İstanbul'un nezaketi sofrada dahi kendine özgü… İştahı kabartmıyor, iştahı zamana yayıyor, durduruyor. Perdeleri var yani. Güzel bir kız gibi süzülüyor, adım adım yaklaşıyor oruçluya. Orucun bu tutmak ve yavaşlık kısmı da bambaşka bir pencere. Zevk ve estetiği evinden, sofrasından başlayan bir insanın hayata karşı gösterdiği nezaket ve özen, vakti ve sıhhati terbiye etmesi, yavaşlamakta duyumsadığı zevkin yoğun tadı daha da başkalaşıyor. Galiba buradan anlıyorum ben İbn Arabî’ye göre orucun manevi bir zevk hâli olmasını da.
Dürdane İsrâ Çınar: İnançlı insan neşesiz, zevksiz insanmış zannedilir. Dünyadan elini eteğini çekmiştir de sanki sırf bu sebeple haramlar, helaller arasında yasak olan hep daha cazibelidir onun için. Ne büyük ezber. Kimi manevi tatlar var ki, dünyevilere kıyas bile edilmez. İslam bunu ne güzel dengeliyor, bir anlamda "seni yasak bir meyveyle değil, yasa ile, söz ile sınadım", diyor insana. "Cennetteki tatlardan da mahrum değildin, dünyadaki tatlardan da mahrum olmadın. Ne meyveden alıkondun ne de onun ruhaniyetinden. Yalnızca sözün üzere sınandın..." Sözünün eri olmak Âdem Aleyhisselam nasihati... Helal dediğimiz, maddi ve manevi zevkiyle tamam ve temiz olan her şey demek değil mi özde?
Tuba Kaplan: İnançlı insanın kabullenişi ve dinginliğine zarif bir dikkat kesiliyorum. Her sene bayramda paylaşırım: "İslam bir sevinçti kaplardı içimizi" diye. Bu sene Ramazan coşkusunda Filistin ve Suriye de var. Oradaki halkın inanma dikkati, inançta kalma kararlılığı o kadar sevinçli geliyor ki bana. Ortalık perişan, yıkık dökük belki dünyevi hiçbir imkân kalmamış ancak bu halde oruç tutarak sokakları süsleyebiliyorlar. İnanmış bir halkı yıkamamak, neşesini alamamak diye buna derim ben. Sınırlar ve yasaklar insanın özgürleşmesi için, bakışını öteye çevirmesi, resmin büyüğünü fark etmesi için bir imkân. İman bu imkânı insana sağlıyor. Helal o kadar geniş bir çerçeve ki mesele sadece yaratıcıyı kabul edip sınırları çerçevesinde bir yaşamı kuşanmak. Mahrumiyet ya da azımsanacak kör bir nokta yok burada.
Dürdane İsrâ Çınar: Gazze'nin Ramazan fenerleriyle süslenmiş viran sokaklarını görünce aklıma kaçınılmaz olarak Bedir Savaşı geldi benim de. Orucun inananlara farz olduğu ikinci hicri yılın ramazanının on yedinci gününe denk geliyor savaş ve sen inandığın Allah uğruna hem nefsinle hem de düşmanla mücadele ediyorsun... İnsanın bu adanmışlığını yalnızca gözü karalığına, şecaatine ne bileyim çaresizliğine vermek imkânsız. Bir manevi lezzet olmasa, bize mahrumiyet gibi görünen, dayanılmaz gibi gelen o hâlin içinde insan imkân bulabilir miydi? Bedir kuyuları... İçinde kaynayan sonsuzluk suları. Herkes lezzet alamıyor sonsuzluktan. Tam burada Çağrı filminin o destansı Bedir Savaşı sahnesini açıp izlemeli şimdi...
Tuba Kaplan: Haklısın, ne keskin bir dikkat… İçerden ve dışardan cehd halindesin, Bedir'desin, müthiş...Yasak meyveye takılı kalma, bu sözde bir mana var, bunu kavra. Bizde de savaşın ortasında Millî Mücadele ‘de ramazan yazılarıyla direnç bulmuştu halk. Yahya Kemal'in ramazan boyunca Tevhid-i Efkar'da yayımladığı yazıların halka moral de olan yazılar olması aynı ruh. Sana verilen sınırların sana açtığı sırlarda ne büyük bir güç kazanıyorsun. İzzet buradan doğuyor. "Eğer inanıyorsanız üstünsünüz.” Bu üstünlüğü giyinmek, güpgüzel giyinmek ve taşımak gerekiyor. Bir hadis, "Oruçlu için iki sevinç vardır: Bunlardan biri kulun iftar vaktindeki sevincidir. İkincisi ise Rabbine kavuştuğu andaki sevincidir” diyor. Ölüm bile nasıl hafifleşiyor değil mi? Gece koyulaştı, sahurun bereketine çekilelim, ölmeden önce ölelim mi, ne dersin?