|

27 Mayıs cuntasına destek olanlar için utanç anıtı dikelim

Bugün Başbakan Adnan Menderes’in yakın tarihe kara bir leke olarak geçen idamının 60. yıl dönümü. Hukukçu Ramazan Arıtürk, hukuka ihanet ederek cuntacılara kılavuzluk eden akademisyenler ile kurulan kukla mahkemelerde görev alan savcı ve hakimleri temsilen “utanç abidesi” yapılmasını teklif etti.

00:00 - 17/09/2021 Cuma
Güncelleme: 05:13 - 17/09/2021 Cuma
Yeni Şafak
Fatih Rüştü Zorlu - Adnan Menderes - Hasan Polatkan
Fatih Rüştü Zorlu - Adnan Menderes - Hasan Polatkan
AV. DR. RAMAZAN ARITÜRK-İSTANBUL SABAHATTİN ZAİM ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTESİ ÖĞRETİM ÜYESİ
Devrimler aşırılıkların çocuğudur. Her ihtilal kendisine meşruiyet zemini bulmak ister.
Ve ne hazindir ki ülkemizde sivil siyasetin hukuka rağmen yaptıkları hatalar tarihimize 27 Mayıs gibi kara bir lekenin düşmesine neden olmuştur.
Bu yazıda darbeye giden yolda siyaset kurumunun hataları ve bu hatalar gerekçe gösterilerek Yassıada Mahkemelerinde işlenen cinayet niteliğindeki yargılamalar anlatılacaktır.


  • Anayasa özünde yasamanın sınırsızlığını, parlamentonun mutlak yetkisini ve erkler ayrılığı yolu ile yasama-yürütme-yargı arasındaki dengeyi bireyler ve toplum lehine, üst normlar aracılığı ile sınırlamak için ortaya çıkmış bir metindir.
    Buradan yola çıkarak bir anayasa metninin başarısını Ran Hirschl’in de belirttiği gibi; anayasanın dizaynının demokrasi, refah, insani gelişme gibi temel amaçlara yaklaşımı ve daha önemlisi toplumun farklı kesimleri arasındaki varoluşsal krizleri ve kimlik çatışmalarını yatıştırmadaki yeterliliği belirler.
Anayasalar yurttaşları, yurttaşların temsilcilerine karşı korumak için ortaya çıkmış üstün bir hukuki müessesedir. Anayasa yargısının hayati önemi de burada ortaya çıkmaktadır. Anayasa yargısının olmadığı yerde anayasanın kuralları ne olursa olsun bunların nasıl askıya alınabileceği ve milli egemenliğin nasıl milletin temsilcileri tarafından gasp edilebileceğini Ali Fuad Başgil’in 27 Mayıs İhtilali ve Sebepleri adlı eserinde aktardığı şu hadiseye bakarak çok daha iyi anlayabiliriz:
1950 yılı seçim öncesi bir konuşmasında CHP hükümetinin çıkardığı kanunların Anayasa’ya aykırı olduğu konusunda gelen yoğun eleştiriler sonrası İsmet İnönü şöyle diyecektir: “Vatandaşlarım bazı kimseler bizi Anayasa’ya aykırı kanunlar çıkarmakla itham ediyorlar. Bu tamamen yalan bir ithamdır. Çünkü böyle kanunlar bizim Anayasa sistemimize göre mevcut olamaz.
Meclis, milli hakimiyetin yegâne kaynağı olduğuna göre, onun çıkardığı her kanun Anayasa’ya uygundur. Kanun yapmak hak ve vazifesi yalnız Meclisindir. Bu itibarla, çıkardığı kanunun Anayasa’ya aykırı olup olmadığını sadece o takdir edebilir.”



  • Şayet çok partili bir siyasal yaşam bünyesinde bunu söyleseydi belki İnönü’nün zihnindeki model her ne kadar ortada yazılı bir Anayasa olsa da, İngiltere’ye benzetilebilirdi. Zira İngiltere’de de Parlamento’nun, De Lolme’un benzetmesiyle
    “kadını erkek, erkeği kadın yapmak müstesna her şeyi yapabileceği”
    kabul edilmiştir. Ancak burada sadece tek partiden müteşekkil bir siyasal yaşam içerisinde oluşmuş bir Meclis yapısından söz ediyoruz. Dolayısıyla İnönü bu ifadesiyle milli egemenlik söylemi altında oligarşik bir yapıyı gizlemektedir. Ancak ilginç olan iktidarının son yıllarındaki gergin atmosfer içerisinde Anayasa eleştirileri üzerine Menderes de benzer şekilde
    “Yalnız Meclis tarafından kabul ve usulüne uygun olarak neşredilmesi vakıası, her kanuna Anayasaya uygunluk damgası vurur.”
    diyecektir. Bu dönemdeki sivil siyasetçiler, Türk devlet adamları temsili demokrasiyi kendilerine bahşedilen mutlak egemenlik ve yönetim hakkı olarak gördüklerini izhar etmektedir. Şayet sivil siyasetçiler, egemenliğin halka ait olduğunu ve bir süreliğine kendilerine halk tarafından yetki verildiği anlayışına sahip olsalardı, yetkilerinin Anayasa ile sınırlı olduğunu kabul etmek zorunda kalacaklardı.

DÜZMECE MAHKEMELER VE İRADESİNİ CUNTAYA İPOTEK ETMİŞ “MUTEMET HAKİMLER VE SAVCILAR” ELİYLE HUKUK KATLEDİLDİ

27 Mayıs ihtilali, sivil siyasetin vesayet kurumlarının yörüngesinden çıkmaya başladığı an, silahlı kuvvetlere yönetime el koyma ve başlayan değişim rüzgarına format atma imtiyazına sahip olduğu algısı kazandıran ilk ve belki de en önemli olaydır.
Ancak bundan daha hazin olan ise Türk tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir şekilde bir Başbakan ve arkadaşlarının idam sehpasına çıkarılmış olmasıdır.
Ancak aradan 60 yıl geçmesine rağmen Adnan Menderes ve arkadaşlarının aziz hatırası yaşamaya devam ediyor.
  • Dünya üzerinde gerçekleşen pek çok ihtilalde olduğu gibi 27 Mayıs’ta da Cumhuriyeti tehlikeye attığı iddia edilen sivil siyasetçiler yargılanmış ve ihtilalin meşruiyetini sağlama görevi hukuka ve mahkemelere bırakılmıştır.
    Geniş seçmen kitlelerinden destek görmeyen askeri ve siyasi elitler, çoğunlukçu demokrasi kurumlarının yaratacağı belirsizlik ortamında bahsetmiş olduğumuz tedirginliği yaşadıkları için kendi belirledikleri ideoloji ve menfaatlerin korunmasını yargı organlarına bırakmayı ve gelebilecek toplumsal tepkilere muhatap olmamak için perde arkasında kalmayı tercih ederler. Yargısal aktivizm olarak kavramsallaştırılan ve yargı mensuplarının sivil siyasete aktif müdahaleci tutumlarını kapsayan bu olgu esasında darbelerin akabinde kurulan bir gölge oyununu andırır.
    Silah, cübbenin gölgesini kendisine sığınak tutar. Adnan Menderes ve arkadaşları ceza hukukunun tüm evrensel ilkeleri ayaklar altına alınarak yargılanmış ve bu yargılanmalar neticesinde idam edilmişlerdir.
Darbeden sonra, yargılamalar 14 Ekim 1960’ta başlandı ve 15 Eylül 1961’de kararlar açıklandı. Verilen karara göre; 592 sanıktan 123’ü beraat, 15’i idam, 31’i müebbet hapis, geriye kalan 418 sanık hakkında ise muhtelif hapis cezaları verilmiştir. 5 sanık hakkında ise açılan dava düşmüştür.
Celâl Bayar, Adnan Menderes, Refik Koraltan, Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan, Emin Kalafat, Agah Erozan, Ahmet Hamdi Sancar, Bahadır Dülger, Baha Akşit, İbrahim Kirazoğlu, Nusret Kirişçioğlu, Zeki Erataman, Osman Kavrakoğlu ve Rüştü Erdelhun. Hakkında idam cezası verilmiştir.
  • 15 Eylül’de Adnan Menderes ve arkadaşlarının yüzüne karşı okunarak tefhim edilen karar öğleden sonra uçakla Ankara’ya getirilir ve Milli Birlik Komitesi tarafından yargılanan sanıklar hakkında verilen bu kararlar içlerinde hukukçu olmayan askerler tarafından oylama yapılarak kesinleştirildi veya verilen kararlar değiştirildi. Millî Birlik Komitesi, 15 idam cezasından Celâl Bayar, Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan ile ilgili olanları onayladı.
    Celâl Bayar’ın cezası, 65 yaşının üstünde bulunması sebebiyle müebbet hapis cezasına çevrildi. Milli Birlik Komitesi tarafından kesinleştirilen kararlar yeniden uçakla İstanbul’a getirilir.
    Amaç kararın verildiği ertesi günü derhal Adnan Menderes ve arkadaşlarını idam etmektir.
Yüksek Adalet Divanı’nın kararlarının kesin olduğuna ilişkin sözde yasal düzenleme yapılmış olsa da idam edilen üç sanığa itiraz veya temyiz hakkı, yüzlerce sayfadan ibaret mahkeme kararını bir kez bile okumalarına fırsat vermeden idam kararları infaz edildi.
Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan hakkındaki cezalar karardan bir gün sonra, Adnan Menderes biriktirdiği hapları içerek intihar teşebbüsünde bulunduğu için onun idamı midesi yıkandıktan sonra 17 Eylül 1961 pazar günü İmralı Adası’nda infaz edildi.
Merhum Recai Seçkin, Yassıada Mahkemesinin karar vermesine günler kala o günkü cunta başkanı, darbenin lideri Devlet ve Hükümet Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel’in huzurunda yaptığı 6 Eylül 1960 tarihli uyarı mahiyetindeki adli yıl konuşmasında şunları söyler:
“Ülkenin temeli olan adaletin, gereği gibi dağıtılması için ilk şart, mahkemelerin tarafsız olması yani hüküm veren hâkimin, dosyadaki delillerin, kendi hukuk ve kanun anlayışının ve nihayet vicdanının etkisinden başka hiçbir şeyin etkisi altında olmaksızın karar vermesidir. Buna ‘yargı bağımsızlığı’ denilmektedir. Hâkim, hukuk esasları ve vicdanı yerine idare adamlarının veya davada ilgisi olanlardan birisinin etkisi altında kalarak karar verirse, verdiği karar, özünde adaletle ilgisi bulunmayan bir belge, daha açıkçası bir zulüm belgesinden ibaret kalır. Bu durum haksızlığa uğrayanın olduğu kadar bütün toplumun gönül rahatlığını bozar. Zira yurttaş haklı olarak aynı felaketin bir gün kendi başına da geleceğini düşünür...”
Nasıl 27 Mayıs kara bir leke ise, tarihimizde işte bu sözler de bir kahramanlık timsali olarak mazimizde ışıldamaktadır.

YASSIADA DURUŞMALARINI YÜRÜTEN HAKİM VE SAVCILARIN UNVANLARI GERİ ALINMALI

27 Mayıs cuntası, evrensel “doğal hâkim ilkesine” aykırı olarak kurulan “Yüksek Adalet Divanı” isimli sözde mahkemede eli ve kalemi kanlı, iradesini cuntacılara ipotek etmiş “mutemet” hâkim ve savcılarca Yassıada duruşmalarını yürütmüştür.
Bu sözde mahkemede görev alan Mahkeme başkanı Salim Başol, üyeler Ferruh Adalı, Selman Yörük, Abdullah Üner, Hıfzı Tüz, Cahit Özden, Rıza Tunç, Hasan Gürsel, Nahit Saçlıoğlu ile Altay Ömer Egesel isimli sözde Yüksek Adalet Divanı Başsavcısı, sözde Başsavcı Yardımcıları Salim Erten, Fahrettin Öztürk, Avni Yurtsever, Faruk Siret Değermen, Orhan Erdoğan, Niyazi Kırdar, Ahmet Bayrak, Süleyman Taşar Necdet Darıcıoğlu, Servet Tüzün, Turgut Lüleci ve Celalettin Kurelman da
unutulmamalı ve unutturulmamalıdır. Bu sözde mahkemede görev alan hakim ve savcılar sonucu önceden kaleme alınmış kararların verildiği bir tiyatro gösterisinin cuntadan ihsan ve alkış bekleyen gönüllü figüranlarıdır.
  • Ayrıca cuntacıların bu süreçte akıl hocalığını yapan, bir başka ifade ile oynan tiyatronun senaryosunu yazan, TCK’nin 146. maddesine yeni suçlar ihdas edilmesi için fıkra eklenmesi ve TCK 56. maddesinde düzenlenen
    “cezaların geriye yürümezliği evrensel ilkesini”
    yürürlükten kaldıracak
    “Bu kanunun yürürlüğe girmesi tarihinden önce işlenmiş olan ve Türk Ceza Kanununun 125-133, 141, 142, 146, 149, 150 ve 163 üncü maddelerinde yazılı bulunan “Vatana hıyanet suçları hakkında da uygulanır.”
    düzenlemesinin yapılabilmesi için hukuki mütalaa hazırlayarak darbecilere yol gösteren akademisyenler olmuştur. Bu akademisyenler arasında yer alan ve darbecilere verilen mütalaada ilim heyetinin
    Başkanlığını da yapan Ord.Prof.Dr.Sıddık Sami Onar, Prof. Dr. Faruk Erem, Prof. Dr. Muammer Aksoy, Prof. Dr. Nurullah Kenter, Ord.Prof.Dr.Sulhi Dönmezer,
    gibi ilim adamları ilmin haysiyetine yaraşır dik duruşu sergileyememişlerdir. Cuntacıların Yassıada’ya giden yolda önlerini açmış, güce boyun eğmişlerdir. Diğer yandan Lozan’da Türk heyetinin hukuk danışmanlığını da yapan Ord. Prof. Tahir Taner ise
    “Belki bugün istediğiniz kararları alıp istediğiniz cezaları verebilirsiniz, ancak tarih mutlak ve gerçek yargıyı yapacaktır, ben tarihin yargısından korkarım”
    diyerek cuntanın görev teklifini ve taleplerini ret ederek ilmin haysiyetini muhafaza etmiştir. Dönemin Yargıtay başkanı olan Dr.Ahmet Recai Seçkin ise cuntacılar tarafından kendisine teklif edilen yüksek adalet divanı başkanı olma teklifini
    “tabi mahkeme ve bağımsız hakim vasfı taşımadığını, yapılacak olan yargılamaların ancak zulüm olacağını”
    ifade ederek teklifi reddederek yargının onurunu muhafaza etmiştir.
Bütün bu verilerin ışığında sonuç olarak, yeni açılan Yargıtay binasının adı, yargının haysiyetini koruyan dönemin Yargıtay Başkanına ithafen “Recai Seçkin Külliyesi” olarak ve Adalet Akademisi’nin bulunduğu külliyenin adı ise “Ord. Prof. Tahir Taner Adalet Akademisi” olarak değiştirilmelidir.
Cuntacılara yol gösteren akademisyenlerin adlarını taşıyan enstitü, kürsü, amfilerden adları kaldırılarak onların yerine Yassıada’da idam edilen merhum devlet büyüklerinin adları verilmelidir. Doğal hâkim ilkesine aykırı olarak oluşturulan Yüksek Adalet Divanı adındaki “düzmece mahkemelerde” görev alan “mutemet hâkim ve savcılar” ile ilmin haysiyetini ayaklar altına alan üniversite hocalarını temsilen merhum Adnan Menderes ve arkadaşlarının anıt mezarlarının yakınına bu hâkim, savcı, akademisyenler ile cuntacıları temsilen “Utanç Abidesi” yapılmalıdır.
Böyle bir abide, hâkim, savcı ve akademisyenlere kişisel onur ve mesleki haysiyetlerinin ne kadar önemli olduğunu hatırlatacaktır. Ayrıca konjonktürel olarak verilen hukuka aykırı kararları maşeri vicdanın eninde sonunda kabul etmeyeceğini ama hukuka aykırı karar verilmesine katkı verenlerin ebedi olarak maşeri vicdanda mahkûm edileceğini ilan edecektir. Geçmişimizdeki yanlışlarla samimi bir yüzleşmenin sembolü olacak bu abide tarihimizin önemli “nişan taşları” arasında yerini alacaktır.
#27 Mayıs
#Adnan Menderes
#Ramazan Arıtürk
3 yıl önce