Alman siyasetinin Rusya çıkmazı

Fukuyama’nın meşhur “Tarihin Sonu” kuramına göre yeni bir düşünce tarzı doğmayacak ve ideolojiler arasındaki mücadelede liberalizm hiçbir surette mağlup duruma düşmeyecekti. Rusya da Batılı liberal modeli benimseyecek; böylece sistem tüm dünyada hüküm sürecekti. Ne var ki, Rusya-Ukrayna savaşıyla bu illüzyon sona ermiş, Batılı-liberal toplum modeline karşı savaş açmış bir Rusya ile karşı karşıya kalınmıştır. Rusya, “Batı” ile olan bu hesaplaşmasında liberalizmin karşısına gelenek, din ve halk merkezli muhafazakar bir ideoloji konumlandırmıştır.

Haber Merkezi Yeni Şafak
İLLUSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM

Aydın Enes Seydanlıoğlu - Yazar

Rusya’nın Ukrayna’yı işgali Batı kamuoyunda daha önce benzerine pek az rastlanan bir korkuya neden oldu. Söz konusu korkunun temelleri; uluslararası hukukun ihlali, insanı felaketler ve nükleer silahların kullanımına kadar şiddetin tırmanma olasılığının yanısıra daha derinlerde ve daha karmaşık bir sebebe dayanmakta: Batılı liberal tarih felsefesinin temel varsayımlarının ve küresel modernleşme sürecine hakim bakış açısının temelden sarsılması olasılığı.

1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ile liberal dünya modeli nihayet zafer kazanmış gibi görünüyordu. O dönemde başlayan küreselleşme süreci, esasen liberal modernitenin; politik, ekonomik ve kültürel yapılarının dünya çapında ihracı olarak yorumlanmaktaydı ve artık bu düzen karşısında hiçbir rakip olmayacağı, başka hiçbir temel çatışma gerçekleşmeyeceği inancı hakimdi. Tarihsel bir zorunluluk olarak Rusya, Doğu Avrupa ülkeleri, Çin ve diğer ülkeler modernleşme süreçlerini telafi edecek; Batılı liberal toplum modeli, kapitalist sistem, hukuk devleti düzeni ve devletlerarası multilateral iş birliği dünyada hüküm sürecekti. 1989’da Francis Fukuyama’nın, Kojève’yi esas alarak, “Tarihin Sonu” olarak adlandırdığı kuramına göre temelde yeni bir düşünce tarzı doğmayacak ve ideolojiler arasındaki mücadelede galebe çalan liberalizm hiçbir surette mağlup duruma düşmeyecekti.

BATI’NIN RUSYA HAYALLERİ SUYA DÜŞTÜ

1990’dan bu yana uzun bir süre Batı dünyası, Rusya’ya da böyle bir modernleşme-teorisi perspektifi ile yaklaştı: Ülke, modernleşmeyi yakalamayı hedefleyen önemli bir aday olarak görülüyordu. Rusya’nın küresel ticarete dahil olması, uluslararası pazarlara açılması ve sivil toplum aktörlerini güçlendirmesi ile zaten demokratikleşme ve çoğulculuk çizgisine girme eğiliminde olduğu varsayılıyordu. Ne var ki, Ukrayna’daki savaşın ortaya çıkması ile birlikte Batı Dünyası için bu illüzyon sonunda bitmiş oldu. Günün sonunda modernleşmeyi yakalamayı hedefleyen Rusya tahayyülünden çıkılmış ve açıkça kendi bölgesel “etki alanını” ekspansiyonist bir motivasyonla genişletme çizgisine gelen ve hatta bir adım daha ileri giderek kolektif bir biçimde Batılı-liberal toplum modeline karşı savaş açmış bir Rusya ile karşı karşıya kalınmıştır. Rusya, “Batı” ile olan bu hesaplaşmasında liberalizmin karşısına gelenek, din ve halk merkezli muhafazakar bir ideoloji konumlandırmıştır.

Aslında Rusya ve Ukrayna savaşı öncesinde dünya çapında Batılı modernleşme sürecinin başarısızlığına dair çok sayıda örneğe rastlamak mümkün. Amerikan dış politikasının Orta Doğu’da ulus inşası yoluyla tepeden modernleşmeyi dayatma girişimi başarısız oldu. Bu bağlamda, Batı’nın, özellikle askeri bir müdahale olmaksızın sosyo-kültürel anlamda kendi modelini ihraç edemeyişi açıkça müşahede edildi. Bunun yanısıra Avrupa Birliği; Polonya ve Macaristan gibi üye ülkelerin liberal anayasal devlet yasalarını geçersiz kılan pratikleri hayata geçirdiğini tecrübe etti. Öte yandan yine AB içerisinde kitleselleşen popülizmin ve milliyetçiliğin güçlendirdiği siyasi hareketler ortaya çıktı.

Rusya’yı Batı için değerli kılan ve bu geç kalınmış modernleşme sürecine dahil olmasını amaçlayan en önemli etken Rusya’nın sahip olduğu enerji kaynakları. Özellikle Almanya doğalgaz ihtiyacının yarısını Rusya’dan yaptığı ithalatla karşılıyor. Batı’nın kalkınma modelinde ucuz enerji Rusya’dan temin ediliyordu ve bunun kesintisiz bir şekilde geleceği bekleniyordu. Çünkü Batı’ya göre Rusya Batı’nın teknolojisine, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel yapısına muhtaçtı. Fakat süreç aslında Batı’nın ne ekonomik anlamda ne de ideolojik anlamda Rusya’ya üstün gelmediğini ortaya koydu. Rusya’nın Batı’ya mecburiyetinden çok Batı’nın Rusya’ya bir çok konuda bağımlı olduğu Ukrayna savaşı ile netleşmiş oldu. Bu savaş Almanya’nın Rusya’ya ekonomik bağımlılığını, ve bununla beraber Almanya’nın siyasi, askeri ve diplomatik zafiyetini ortaya çıkardı. Peki, Batı ve Rusya ilişkileri arasında bu kırılmanın ortaya çıkmasını tetikleyen parametre neydi? Bu sorunun cevabı aslında Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinde verilen sözlerin tutulmaması olarak karşımıza çıkıyor.

NATO TAAHHÜDÜNÜ YERİNE GETİRMEDİ

Soğuk Savaş’ın sonlanması ile Batı ve Doğu Bloku ülkeleri arasındaki münasebetlerin nasıl bir çerçeveye oturtulacağı meselesi önemli bir konuydu. Rusya geçmişte etkisi altındaki ülkelerin NATO’ya davet edilmesine itiraz ediyordu. Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesi döneminde NATO’nun doğuya doğru genişlemeyeceği Batı tarafından taahhüt edildi. Almanya’nın doğu sınırı NATO’nun sonu olacaktı. Aslında Gorbaçov, Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinden sonra ülkenin NATO’da kalması taraftarı da değildi. Aynı dönemde NATO ile Rusya’nın da iş birliği sağlamaya çalıştığı görülmekteydi. Öyle ki NATO ve eski Sovyet ülkeleri arasında güven oluşturmaya yönelik “Barış için Ortaklık” programına 1994’te Rusya da dahil edilmişti. 1996’ya gelindiğinde ise eski rekabet döneminin geride bırakılması hedeflenmiş ve NATO ile Rusya arasında “İkili İlişkiler, İş birliği ve Güvenlik Kurucu Senedi”ne imza atılmıştı. Buna müteakiben 1997’de iki taraf arasında Daimi Ortaklık Konseyi kuruldu. 1997’de, G7’nin yirmi ikinci zirvesi gerçekleşmiş ve buna Rusya’nın katılmasıyla beraber G8 yapısı ortaya çıkmıştı. Ancak NATO sınırlarını genişletmeye devam etti ve 1999’da eski Varşova Paktı ülkeleri olan Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve Polonya’nın NATO ittifakına dahil olması, gerilimi yeniden arttırdı. Bu gelişmeler devam ederken Vladimir Putin, Rusya içerisindeki konsolidasyonu sağlayarak kendi soğuk savaş dönemindeki hakimiyet alanına tekrar hükmedebilmek üzere harekete geçti. Hatta bununla da kalmayarak Libya ve Suriye’de etkin rol oynamaya başladı. Haziran 2015’te toplanan G8 zirvesine, Rusya Federasyonu’nun Kırım’ı ilhakı nedeniyle Putin davet edilmedi ve G8 tekrar G7 yapısına dönüştü.

SİYASİ ELİTLER RUS TEHDİDİNE GÖZ YUMDU

Peki Almanya’nın Rusya-Ukrayna savaşının bugün geldiği noktada bir sorumluluğu olduğu söylenebilir mi? Bu sorunun cevabı şüphesiz Almanya’nın kalkınma modeli konusu ile bağlantılı. Almanya’nın kalkınma modeli iki temel parametre üzerine inşa ediliyordu ve bunlardan ilkinin ucuz iş gücü, diğerinin ise sanayide kullanılan ucuz enerji olduğu söylenebilir. Almanya, Rusya ile yaptığı anlaşmalar çerçevesinde özellikle gaz ve petrolü bütün diğer ülkelerden daha ucuza satın almakta ve bu sayede üretim gerçekleştirmekte. Almanya’da Willy Brandt döneminde başlayan doğuya açılma siyasetinin, ticaret ile ideolojik engellerin aşılması düşüncesi Schröder, Steinmeier, Gabriel ve en nihayetinde Merkel ile devam etti. Bu bağlamda bütün siyasi aktörler Rusya tehdidinin farkında olmakla birlikte Rusya’ya olan enerji bağımlılıkları dolayısıyla bu tehdidin varlığını inkar ettiler. Hatta öyle ki Kırım’ın ilhakı “Kuzey Akımı 2” projesinin inşasının devamına engel olmadı. Bu bağlamda Almanya, Rusya politikaları noktasında kökten bir değişime gitmedi. Bu gün gelinen noktada ise başta Almanya Cumhurbaşkanı Steinmeier olmak üzere bütün siyasetçilerin Rusya konusunda yanılmış olduklarını ifade ediyorlar. Aslında gelen tehlikenin farkında olan Alman siyasi elitleri enerji konusundaki bağımlılıkları dolayısıyla bir politika değişikliğini gündeme getirmekten kaçınıyorlardı.

PETROL BOYKOTU AB’Yİ BÖLER Mİ?

Rusya’ya karşı NATO ve AB’nin ilk merhalede inisiyatif kullanarak ortak hareket etmesi önemli bir tavır olmasına rağmen, Almanya’da hükümetin bir kanadının Rusya’dan petrol alımını boykot etme teklifi, başta Bulgaristan ve Macaristan gibi birçok ülkeden itirazlar gelmesine yol açtı. Bu bağlamda AB içerisinde bir ayrışmadan söz etmek mümkün. Zira Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’un Cumhurbaşkanlığı seçimini yeniden kazanmasının hemen akabinde, AB’nin işleyiş kurallarının ise yaramadığını ifade etmesi de bu bölünmüşlüğün önemli bir göstergesi. Nitekim olası bir yaptırım yalnızca Almanya’yı değil, diğer AB ülkelerini de negatif anlamda etkileyecektir. Zira yalnızca Kuzey Akımı 2 projesi değil, nükleer enerji ve ekolojik dönüşüm gibi konularda da tartışmalar gündeme gelecektir. Bu yaptırımların bir sonucu olarak Avrupa ekonomilerinde küçülmeler yaşanacak ve enflasyonda yükselmeler görülecektir. Söz konusu bölünmüşlüğün ve durgunluğun AB üyesi ülke vatandaşları nezdinde olumsuz yansımaları ortaya çıkacaktır. Bu gelişmelerin devamının AB’nin bölünmesi noktasında önemli etkileri olacak, Rusya’nın Batı’nın bölünmesi konusundaki planlarının işleyişine de katkı sağlayacaktır.