|
1987 Mayısında neler oldu?

Neler neler olmadı ki.

Bir kere o sene oruç mayısa denk geldi. Okuldan gelince yine sokağa fıydık. Neydi bakayım o santrafor çocuğun adı. Hah, Ziko Fikri. Fikri’nin umulmadık yerden çıkardığı toplara karşı umulmadık plonjonlar yaptım. Arsanın toprak zeminine ‘zınk’ diye düştüğüm her seferinde ciğerlerim ağzıma gelse de takım arkadaşlarımın ‘bravo kale’ demesi bilcümle acılarımı unutturdu.

Maçlar bitince… Maçlar tabii. Beşte devre onda biter üç dört maç yapmadan eve dönmek olmazdı. Maçlar bitince dilimiz bir karış dışarda evlere koştuk. Alaburus yahut cıbıl kafalarımızı musluğun altına sokup suyun soğumasını bekledik. Soğumadı o Ramazan Ankara musluklarından akan su. Hatta bazen hiç akmadı. Yine de bulabildiğimiz suyu bulabildiğimiz fetvayla birleştirip ağzımızda gargara ettik. Suyun gırtlağımıza ‘lıp’ diye değmesine izin verdik ama oradan süzülüp de aşağı inmesine hiç müsaade etmedik.


Biz mahallenin tüm bebeleri o Mayısı oruçlu geçirdik. Hayati hariç. Onun oruç tutmasına annesi izin vermiyordu. Zaten maç yapmasına da izin yoktu Hayati’nin. Bu yüzden o da spiker olmaya karar verdi. ‘Evet, Jet Hasan topu sol içte aldı. Şık çalımlarla ilerledi. Topu Fikri’ye uzattı. Fikri kaleyi görüp vurdu. Top Özgür’ün bakışları arasında gol… Şimşekler şimdi skoru eşitliyor. Heyecan dorukta.’

İftar yaklaştıkça bakışlarımız Japon balığına, hareketlerimiz vatoza döndü. Dipte, usulca, susayarak… Ne demekmiş susayarak… Susuzluktan ölerek Selahattin Hoca’nın Allahuekber demesini bekledik. Her gün, iftara bir saat, hiç olmazsa yarım saat kala okumasını umut ettik ezanı. Vicdansız Selahattin Hoca hep vaktinde okudu.

O Mayıs her gün iki arkadaş iftara 15 dakika kala koca bir tencereyi kulplaşarak tutup caminin altındaki öğrenci evine götürdük. Öğrenci abiler bize yer gösterip oturtunca kendimizi büyükler sınıfının birer üyesi hissederek mutlu olduk. Yere döşeli minderlere çöktük. Abilerin okumamız için verdiği Serçe Kuş’u, Diyet’i, Gül Çocuk’u, Yürek Dede ile Padişah’ı, hatta İslam Dergisi’ni koltuklarımızın altına sıkıştırıp evlere döndük.

Ezana beş dakikadan az kalınca ‘bugünü de atlattık’ diyerek sevindik hepimiz. Ve evet, o son beş dakika hep beş dakikadan uzun sürdü.

Ezanı duyunca suya, hatta kompostoya dayadık ağzımızı. Annelerimizin ‘oğlum şişirme karnını, yemek yiyemeyeceksin’ demesine hiç aldırmadık. Çünkü annelerimiz kaşığın şişkin tarafını kafalarımıza geçirebilemezdi. Çünkü oruçluyduk, çünkü dedelerimiz de vardı sofrada. İftar sofrasının en mütebessim adamları olarak dedelerimiz. ‘Lailaheillallah’ diyerek iç geçiren, sofradan ‘çok şükür bin şükür’ diyerek kalkan dedelerimiz.

Ve sonra günün en sevdiğimiz saati başlardı. Hava inceden serinler, bütün mahalle, çoluk-çocuk, yaşlı-genç, kadın-erkek camiye akardı. Biz ne yapıp edip en arkada kalır, yatsının farzını kılar kılmaz tüyerdik camiden. İstikamet en yakın dalınabilir ağaç.

Düşünsene. Herkes camide yahu… Bütün bahçeler bizim. Tamam en sevdiğimiz dutlar henüz olmamış ama seçenek öyle çok ki. İster daha yenice pembeleşen kirazlara dal. İster kütür kütür can erik kopar. İster çağlalara sark.

Çocukluk ve çağla. Çocukluk çağla. Çocuk çağla.

Nasıl ederdik, nasıl denk getirirdik her seferinde bilmem. Teravih biterken caminin önünde küme olur, bütün mahalleliden aferinleri kapardık. Hele arada ‘aferin gençler, boş bırakmayın sakın camilerimizi’ diyen bir amca olursa değme keyfimize. Her birimiz on ya da on biriz. Adam bize ‘genç’ diyor ulan. Hangi karpuz sığmasın koltuğumuza.

Şimdi koca koca adamlar ‘çocuklar camiye gelmesin’ deyince İstanbul’un hemen her yerindeki dut ağaçları geliyor aklıma. Tam mevsimi şimdi… ‘Yetim mi kalsınlar?’ diyorum kendi kendime. Dutun hakkı dalmaktır zira. Şöyle ağacın tam gövdesine bir Bruce Lee tekmesi savurursun. Dutlar patır patır dökülür. Sen de Ramazanın geldiğini, çocuk olduğunu, çağla ile çocuğun aynı şeyler olduğunu anlarsın. Değil mi?

#Ezan
#Çocukluk
#İstanbul
7 yıl önce
1987 Mayısında neler oldu?
Satranç tahtasında sıra Türkiye’nin hamlelerinde
Benim de içimde bir Con Ahmet yaşıyor!
Ayasofya, Rusya, Nataşa, Avnikov!...
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?