Bir kaç ay evveldi. Bir perşembe günü... Telefonum çaldı, arayan bir güzel adam. Şöyle bir toparlandım elim telefona uzanırken. Üzerimde ceket var mıydı, hatırlamıyorum. Ama yoktu galiba. Olsaydı bütün düğmelerini iliklerdim. Böyle bir şeyi de unutmazdım. Hem bütün düğmeleri iliklenmezdi ceketin. Bize böyle öğrettiler. En üstteki düğmeyi iliklersin, o da ayaktayken. Bir centilmen nasıl ki ayaktayken asla ceketinin düğmeleri açık gezmezse otururken de ceketinin düğmesini iliklemez. Ama Turan Hoca öyle demiyordu. “Nuri Abi, merhum Gemuhluoğlu’nun huzurunda otururken ceketinin dört düğmesinin beşini de iliklerdi.” Gömleğin en üst düğmesi ilikli zaten. Bunu bilenler bilir. Bilenler derken, Nuri Abi’nin gömleğinin en üst düğmesini iliklediğini görenleri kast etmiyorum. Onlar görenler sadece. Bilmek başka. Gömleğinin en üst düğmesini mütemadiyen ilikleyenler... İşte onlar bilir. Mütemadiyen... Bu kelimeyi çok sevdiğimi söylemiş miydim size? Bilir ama onlar da biraz bilirler. Bilmek başka. Bunu söylemiştim sanırım.
Ayağa kalktım gayr-ı ihtiyari. Ceketim yoktu çünkü. Gömleğimin en üst düğmesini niçin ilikleyeceğime dair bilgim de yoktu, ayağa kalktım ben de. Otururken ayağa kalkmak bir saygı ifadesiydi. Gençliğimde saygıyı hak etmediğini düşündüğüm bir adamın odasında oturuyorsam ve o adam kapıdan içeri girmek üzereyse oturmaz ayakta beklerdim. Geldiğinde ayağa kalkmamış olmak için. Zaten ayaktaydım hesabı... Şimdi böyle düşünmüyorum ama. Adamsa saygıyı hak ediyordur. Yahut şöyle demeli: “Adamsan, saygıyı, hak etmeyenden de esirgemezsin.” Düzeltiyorum: “Saygıyı hak etmeyen hiç kimse yoktur, senin kendine birazcık saygın varsa.” Karşındaki ile değil yani, seninle alakalı bir durum bu. Kendine olan saygınla... Yaşlanıyor muyum? Belki. Ama Nuri Abi yaşlanmıyor. Geçen hafta ziyaretine gittim. Oradan biliyorum. Kapıdan giriyorsunuz ve sizi ayağa kalkarak karşılıyor. Giderken kapıya kadar uğurluyor ve siz asansörün kapısını açmadan kapıyı kapatmıyor. Açtıktan sonra kapatıyor mu, sanmam. Bekliyor... Yaşlanmadığının delili olsun diye söylemedim bunları. İnceliğine bir misal olsun diye söyledim. Başka türlü yapamaz ki zaten. Gençliğinde sevdiği bir ağabeyin huzurunda ceketinin dört düğmesinden beşini de ilikleyerek oturan bir güzel adam, yaşlılığında da böylesine zarif olur elbet. Aslında mesele ceket ve düğme değil, oturuş şekli galiba. Bir başkası anlatmıştı: “Oturmaz, koltuğun bir ucuna öylesine ilişiverirlerdi, düşecek gibi.” Siz hiç sevdiğiniz birisinin karşısında bir koltuğun ucuna düşecek gibi ilişiverdiniz mi? Saatlerce yorulmadan, hayır yorulmadan değil, yorulduğunuzu fark etmeden öylece oturdunuz mu? Hayır, şöyle demeliydim: “Karşısında bir koltuğun ucuna öylece ilişivereceğiniz ve saatlerce aklınıza yorgunluk gelmeden kendisini dinleyeceğiniz birisi olmamışsa hayatınızda, siz nasıl olacaksınız?” Neyi nasıl olacağım diyenleri burada uğurlayıp olamayışını ve olmadan varlığının da bir anlamı olmayacağını bilenlerle yola devam edelim. Yola devam etmeyelim hatta ilişelim şuracığa. Şuracığa düşecekmiş gibi ama yorulmadan ilişivermekten başka nedir ki zaten yürümek dediğin?
Masanın üzerinde itinaya kesilmiş köşe yazıları. Eve yedi gazete geliyor. Hepsi de okunuyor. Bulmacalar işin eğlencesi. Paris’e hiç gittiniz mi diye soruyor. Cafe De Flore’de kahve içtiniz mi hiç? Orayı bilmiyorum efendim diyorum. Şaşkınlıkla bakıyor yüzünüze. Orada bir “cafe de lait” içmeyen Paris’i gördüm diyemez diye düşünüyorsunuz. Görmedim efendim diyorsunuz, yani görmemişim. Not kâğıdı alınıyor masadan ve adres yazılıyor: “7. Arrondisman...” Gideceğime söz veriyorum. Eksilmeyen bir şevkle anlatıyor genç ve güzel adam. Siz yaşlanıyorsunuz ilişiverdiğiniz yerde. O artıran bir aşkla devam ediyor söze. Sözlerin ötesinde bir şey var, onu hissediyorsunuz. Manaya dikkat kesiliyorsunuz o konuştukça. Söz sanki bir kapı değil bir perde gibi geliyor. Kapının eşiğini geçince ne var bilmem ama perdeyi aralarsan duvar yok. Sükût suretinde... Okurken sayfanın boş yerlerinde göz gezdirdiğimi hatırlıyorum. En alttaki iki satır, yukarıda yazılmadan anlatılanı okuyamayanlar için yazılmış gibi gelmişti. Okumayı biliyordum ama sadece yazılanı okuyabilecek kadar. Okumayı bilmiyordum ama yazılmayanın okunabileceğini fark etmeyecek kadar değil.