İki medeniyet arasında kalmış bir aydın portresi

Modern Türkiye’nin sanat, bilim ve siyaset gibi pek çok alanında kalıcı izler bırakmış bir isim Ziya Gökalp. Hem alim hem de siyasetçi olmanın getirdiği paradoksu pek çok kez yaşamış ve bu ikircikli yapı, son nefesine kadar kendisiyle beraber olmuş. Bugün ise gerek biyografik gerekse entelektüel ve siyasi kimliğiyle hâlâ bir muamma olmayı sürdürüyor.

Harun İlhan Yeni Şafak
Ziya Gökalp

Türkiye’de bir şey olan, her şey olmak zorunda kalır. Hele söz konusu olan ‘aydın’ olmaksa, yani düşünceyle pratik hayatlar arasında bağ kurmaksa, bu durum daha da kaçınılmaz olur. Son iki asırdır bir düşünürün; kamuoyu oluşturacak bir gazeteci, toplumun geleceğine karar verecek bir politikacı ve aynı zamanda medeniyetin temel ilkelerini halka öğretecek bir öğretmen olmasıysa sık sık rastladığımız bir durum olarak görünüyor. Modernleşme tarihimizde söz konusu paradoksal misyonun kendini en çok hissettirdiği isimlerin başında ise Ziya Gökalp geliyor.

Gökalp’in siyasal ve entelektüel kariyerine kuş bakışı bir göz atıldığında bile toplumdaki kırılmalar, yön değişiklikleri ve geleceğe dair alınan yeni kararların etkisi sıcağı sıcağına kendini gösterir. Örneğin bir dönem Osmanlıcı politikaları benimseyen Gökalp, hemen akabinde yerini milliyetçi bir Gökalp’e bırakmakta, bir süre için Doğu-Batı arasında sentez arayışında olan bir muhafazakârken, başka bir dönemde yerini muasır medeniyet seviyesine ulaşmak için gerekenleri yapmaya inanmış bir devrimciye bırakmaktadır.

PARADOKSLARIN İÇİNE DOĞMUŞ BİR DÜŞÜNÜR

Diyarbakır’da, Osmanlı’nın taşradaki büyük merkezlerinden birinde dünyaya gelen Gökalp, sanki bu paradoksların içine doğmuş gibidir. Babasının Batıcı zihniyeti ve amcasının geleneksel anlam dünyası arasında kalacak, çocukluk çağından ilk olgunluk çağına kadar bu arada kalmışlığı çözmenin ve iki medeniyeti bütünleştirmenin arayışında olacaktır.

Bir yandan Gazali ve İbn Arabi, diğer yandan ise Nietzsche ve Schopenhauer, Gökalp’in zihninde adeta kendi varoluşsal krizinin taraflarını oluşturur. Bu kriz, kendisine on yedi yaşındaki intihar girişiminden kafasında kalan bir kurşunu hatıra bırakır. Her zorluktan sonra bir kolaylığın ortaya çıkması neticesinde Gökalp, yaşamına iki tarafın da kendine göre iyi yanlarını sentezleyecek bir orta yol bulmaya çalışarak devam eder.

TÜRK, MÜSLÜMAN VE BATILI OLMAK

Gençlik yıllarından itibaren imparatorluğun gidişatı hakkında fikirler üreten Gökalp, ilk olarak payitahtın dikkatini çeker. Diyarbakır’da yaptığı çalışmalarla İttihat ve Terakki’nin merkez komite azalığına kadar yükselerek yaptıkları ve düşündükleriyle erken yaşlardan itibaren ülke politikalarına müdahil olur. Öyle ki fikirleri, İttihat ve Terakki içinde üst düzey bir pozisyona gelecek ve tartışılmaz bir öğreti olarak telakki edilecektir. Gökalp’in topluma hem bir düzen sağlayacak hem de onu ilerletecek orta yol anlayışı, kendisinin sorunları çözümlemekte bir âlim, çözmekte ise bir politikacı profilini edinmesini sağlar. Zaten kendisini her devirde aranan bir figür haline getiren de bu alim ve siyasetçi vasıflarının iş birliğidir.

Gökalp’in bu ittifaka dayanan eserlerine bakıldığında, ilk görüşte politik bir atmosferin gölgesi altında yazıldığını görmek işten bile değil bizler için. Memleketin gidişatına karar vermesi gereken bir siyasetçi-aydın olarak devletin takip etmesi gereken politikalar konusunda siyasal ve toplumsal konjonktüre bağlı farklı açıklamalar geliştirir. Osmanlı’nın egemen olduğu bir zaman diliminde siyasal çatışmaları ve toplumsal problemleri Osmanlılık temelinde çözmek isteyen Gökalp, bu maksatla dönemin farklı cereyanlarını bir araya getirecektir.

‘Türk, Müslüman ve Batılı olmak’ şeklinde özetlenen ve sürekli bir mücadele içinde bulunan bu akımlar, kendisinin kaleminde birlik ve beraberlik için tamamlayıcı birer unsur haline gelir. Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekildiği bir konjonktürde ise, ‘yeni zamanların’ ruhuna uygun bir hayat ve yöntem geliştirmeye çalışır. Bu yöntemin meyvesi belki de somut siyasal ve toplumsal koşulların neticesi olarak cumhuriyet çerçevesinde bir kimlik inşa etmek, Gökalp’in son uğrağı olacaktır. Daha önceleri ‘Türk milletindenim, İslam ümmetindenim ve Batı medeniyetindenim’ şeklinde bir formülleştirmeye girişen düşünür, bu dönemde bütün unsurları Türklük kimliği altında eritmenin yollarını arar.

DEĞİŞİRKEN BİZ KALMAK VE BİZ KALARAK DEĞİŞMEK

Gökalp’in fikriyatındaki söz konusu rota değişikliklerini yalnızca politik birer strateji olarak değerlendirmek haksız bir tutum olur. Gökalp’in ilmi kimliği, söz konusu değişiklikleri daha büyük bir resimde birleştirmeye çalışmıştı. Gökalp, bu büyük resmi tamamlamak için bilimsel düşüncenin, özellikle de sosyolojinin imkân ve açıklamalarını kullanmış ve Türkiye’de sosyolojinin kurucusu unvanını elde etmişti. Sosyoloji ve sosyal bilimlerin kurumsallaşmasını sağlayan bu politikacı-aydın, kendi zamanına kadar süregelen modernleşme süreciyle bir hesaplaşmaya girişir. Batılılaşmanın neresinde olduğumuz, medeniyet dairesinde nasıl ‘kendimiz’ kalacağımız ve evrenselliğin içinde yerelliği nasıl muhafaza edip yaşatacağımız Gökalp’in gençlik döneminden beri süren temel kaygılarının sosyolojiyle buluşmasına vesile olacaktır.

Sosyolojinin kurucu babalarından Fransız Emile Durkheim’ın muhafazakâr-pozitivist anlayışını kendi anlayışına çevirmeye çalışan Gökalp, meşhur ‘hars-medeniyet’ ayrımını da bütün hayatına yön veren paradokslar temelinde cevaplama arayışında olacaktır. Erol Güngör’ün ifadesiyle ‘değişirken biz kalmak ve biz kalarak değişmek’ şeklinde özetlenebilecek bu uğraş, idealizm ile pozitivizmin özgün bir terkibini yıllarca ana sosyal bilim paradigması ve toplum modeli olarak cumhuriyet tarihine kazandıracaktır. Toplumsal değişim sürecindeki her problemde, her çatışmada ve her çözüm ya da açılım arayışında ise Gökalp’in gölgesi dolaylı veya doğrudan kendini gösterecektir.

Kırklı yaşlarında vefat eden bu aydın-siyasetçinin, toplumsal tarihimizin farklı dönemeçlerine nasıl cevap vereceği, fikriyatının daha önceki gibi değişip değişmeyeceği artık bilinmese de yıllarca Türkiye’de gerek sağ gerekse sol, kendi Gökalp tasavvurunu üretmekten geri kalmadı. 98. ölüm yıldönümü içinde bulunduğumuz bugünlerde Gökalp, gerek biyografik gerekse entelektüel ve siyasi kimliğiyle hâlâ bir muamma olmayı sürdürüyor. Modern toplumda din ve laiklik ilişkisini tanımlarken, farklı etnisiteleri birleştirecek bir kimlik peşinde koşarken ve siyasal olanın sivil toplumla mesafesini belirlerken, Gökalp’in öğretileri kendini açık ve örtük bir şekilde belli ediyor. Neticede toplum sahnesindeki farklı aktörler ve değişik yaklaşımlar, temelde Gökalp’inkiyle aynı olan kaygı ve paradokslarla baş etmek zorunda kalıyor. Bu açıdan bakıldığında olaylar ve isimler ne kadar değişirse değişsin Gökalp’in hayaleti hâlâ aramızda dolaşıyor.

Körlüğün narını ilmin nuruna çeviren bir mütefekkir

Bir ‘isyan ahlâkı’ neferi

Bitmek bilmeyen buhranlarımız