AB üyeliği müzakereleri çerçevesinde olsun ya da olmasın, Avrupa ve Türkler mevzuu üzerine kafa yormamız gerekiyor. Avrupa'da yükselen İslamofobi ve ırkçılık, niye bunların olduğunu ve bundan böyle nasıl bir arada yasayabileceğimiz konularını düşünmemizi zorunlu kılıyor. Kardeşim İbrahim Kalın'ın muhteşem eseri “Ben, Öteki ve Ötesi” buna vesile olabilir.
Kitabı bitirdiğinizde, son paragrafındaki ne yapılması gerektiğine ilişkin şu ifade kulağınızda çınlar durur: “İnsanlığın elinde daha adil ve barışçıl bir dünya düzeni için pek çok imkân var. Bunun için bizden farklı olan insanlarla belli ahlaki ilkeler çerçevesinde yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor. 'Öteki'yle barış içinde olabilmekse, kendimizle barışık olmamıza bağlı… İslam ve Batı toplumları bu tarihi sorumluluk duygusuyla hareket ettiğinde, dünya barışına büyük bir katkı yapma imkânına kavuşacaklardır.”
Yapılması, yapmamız gerekeni kavrarsınız kavramasına da aynı kitapta tarihi gerçekliğe ilişkin yazılanlar, bu görevin ne zor olduğunu fısıldar aynı zamanda. Zira çok net biçimde görürsünüz ki, Batı'nın İslam'a ve Müslümanlara düşmanlığı çok köklüdür, ırkçılık durduk yerde Avrupa'da batılılar tarafından keşfedilmemiştir: “İslamofobiyi Araplara, Asyalılara ve siyahlara karşı duyulan etnik ve ırkçı nefretten ayrıştırmak mümkün değildir.” Avrupa'nın çok-kültürlülük, bir arada yaşama, hoşgörü vs. gibi sloganlar altında Avrupalılık iddiasını sürdürebilmesi için sömürgeci, tarihiyle ve Avrupa-merkezci, ırkçı geçmişiyle çok ama çok ciddi biçimde yüzleşmeyi, asla elden bırakmaması gerekiyor. Müslümanlarla ve özellikle Türklerle ilgili, nesiller boyu aktarılan, kimliklerine yapışmış öylesine çok önyargılarla doludur ki Avrupalı…
“Ortaçağlarda 'Sarasen', Endülüs'te 'Moor' kelimeleriyle ifade edilen Müslümanlar, 16. Yüzyıl'dan itibaren giderek 'Türk' tipiyle özdeşleştirilir… Avrupa, Türkleri İstanbul'un fethinden sonra hiçbir zaman affetmedi” der İbrahim Kalın ve Papa II. Pius'un şu sözlerini nakleder: “Geçmişte biz Asya ve Afrika'da yani yabancı ülkelerde yara aldık. Fakat bu sefer kendi topraklarımızda, kendi evimizde, Avrupa'da hücuma maruz kalıyoruz. Doğru, Türkler Yunanistan'a Anadolu'dan çok zaman önce geçtiler; Moğollar Avrupa'ya kadar geldiler ve Araplar, Cebel-i Tarık Boğazı üzerinden İspanya'nın belli bölgelerini ele geçirdiler. Fakat biz bugüne kadar Konstantinopol ile mukayese edilebilecek hiçbir şehir ya da mevzii kaybetmedik.”
İstanbul'un fethinden sonra ortaya çıkan korkuya dayalı dehşetengiz Türk algısı, Avrupalıların Timurlenk ve Moğollardan bile medet ummalarına yol açar. Timurlenk, Avrupa ve Hıristiyanlık adına Türklerden intikam alan bir kahraman haline dönüşür. Rönesans hümanizmi de Türklere ilişkin barbar algısını yumuşatmakta hiçbir işe yaramaz, tam tersine arttırır. “İster siyasette, ister dinde, isterse de tiyatroda olsun, Avrupa'nın hemen her alanında karşımıza çıkan” olumsuz Osmanlı-Türk imajından örnekler verir İbrahim Kalın. Osmanlı'nın gerilemeye başlamasından sonra ise bu algıyı, küçümseme ve hakir görmeye dayalı “oryantalizm” beslemeye başlar. Avrupa düşünce dünyası da bu bakıştan nasibini alır. “İslam'da iyi ve güzel olarak görülen her şeyi bir şekilde İslam-öncesi ve İslam-dışı kaynaklara dayandırma alışkanlığı” başlar. Leibniz, Herder, Hegel, hatta Kant ve dahi Marx, İslam ve Türkler hakkında hiç de araştırma ve sağlam bilgiye dayalı olmayan küçümseyici ifadeler kullanmaktan çekinmezler. Osmanlı zayıfladıkça, bu olumsuz hissiyat doruğa çıkar.
1947 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Andre Gide'nin, 1914'te İstanbul ve Konya'yı ziyaret ettikten sonra söylediği şu sözler, tartışmaya yer bırakmayacak kadar açıktır: “Konstantiniyye (İstanbul) bütün önyargılarımı doğruluyor ve Venedik'le beraber kişisel cehennemime dâhil oluyor. Bir mimari eseri, bir caminin cephesini takdir etmeye başladığınızda, (aynen şüphelendiğiniz gibi) onun Arnavut yahut İranlı olduğunu öğreniyorsunuz… Türk kıyafetleri aklınıza gelebilecek en çirkin kıyafetler; doğrusunu söylemek gerekirse Türk ırkı da bunu hak ediyor… Şimdi görüyorum ki bizim Batı (az daha Fransız diyecektim) medeniyetimiz sadece güzel değil, inanıyorum ki aynı zamanda yegâne medeniyettir -yani sadece bizlerin tevarüs ettiği o Yunan medeniyeti.”
Gide'i bile böylesine kuşatıp saran bu önyargılı tutum, bugün için de hemen hemen aynı. İbrahim Kalın, kitabının bağlamının gereği olarak sorunu sadece İslam-Batı ilişkileri çerçevesinde ele alıyor. İslam'ın ortaya çıkışı ve yayılması sırasında Hıristiyanlık aleyhine hızlı bir gelişim göstermesi, İslamofobinin kökeninde ve şiddetinde çok etkili şüphesiz. Ama korkarım, Avrupa'nın Türklere karşı önyargıları, sadece Müslümanlığa karşı oluşla sınırlı değil, çok daha eskiye dayanıyor ve kimliklerinin ayrılmaz bir parçası haline gelmiş durumda. Devam edelim inşallah...