Anlamanın zahmeti ve Aliya İzetbegoviç

Aliya İzetbegoviç’teki bilgeliğin en belirgin yansımalarından biri, bu dünyada kalıcı olmadığının farkında olmasıdır. Ne var ki dünyanın geçiciliğiyle ilgili farkındalığı, onu dünyayı redde ve dünyada karşılaştığı kötülükleri pasif bir şekilde kabullenmeye yöneltmemiştir. Özellikle Bosna Savaşı’ndaki mücadele, kötülüğe kötülükle karşı konulmaması gerektiği ilkesinin pratikte tecrübesi olmuştur.

Haber Merkezi Yeni Şafak
İLLUSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM

Prof. Dr. Mahmut Hakkı Akın / İstanbul Medeniyet Üniversitesi

İnsanları, eserleri ve olayları gerçekten anlamak, ciddi çaba gerektiren bir iştir. Çoğu insan, anlamanın zahmetine katlanmak yerine kendilerine hazır sunulan reçetelere başvurmayı tercih eder. Çünkü hazır reçeteler, kendilerine başvuranları sadece anlamanın zahmetinden kurtarmakla kalmaz, aynı zamanda onlar için konfor sağlar. Yakın tarihteki pek çok isim ve olay, bu tür hazır reçetelere başvurularak oluşturulmuş kalıp yargılara göre kolayca değerlendirilmektedir. Benimseyenler için bu kolaycılık, bir duruş ya da konumlanma sağlasa da gerçeğin kendisinin ne olduğuyla ilgili arayışın önünde bir engeldir. Bu nedenle bilginin değil, kanaatlerin ve ezberlerin üretilmesine sebep olur. Nasıl ki konformist zihin, ezberlerin bir ürünüyse, ortaya çıktıktan sonra var olmak için dayandığı ezberlerin doğrulanmasına ihtiyaç duyar. Böylece kendi kendisini üreten bir süreklilik oluşur.

BİLGELİĞİN İNSANİ SINIRLARI

Yakın zamanda Türkiye’de özellikle ilgi gören Aliya İzetbegoviç için de benzer bir durum tespit edilebilir. Onun gerçekten kim ve düşüncelerinin neler olduğunun, eserlerinde yazdıklarının ve konuşmalarında söylediklerinin ötesinde, hatta bu yönlerini bilinçli olarak görmezden gelen yorumlar ortaya çıkabilmiştir. Mistifikasyona başvurarak onu bir kült haline getirmek, en başta onun düşüncesini ve mücadelesini anlamamak demektir. Örneğin, Aliya İzetbegoviç’in genel başkanı olduğu siyasi partinin bir toplantısında kendi resimlerinin duvardan indirilmesini istemesi, bu olayı okuyanları ya da duyanları etkilemektedir. Bu tavrın, onunla aynı inanca ve görüşe sahip olmayanları etkilemesi de beklenebilir. Benzer örnekleri savaş sırasındaki pek çok konuşmasında, adil ve ilkeli olmayla ilgili hassasiyetinde tespit etmek mümkündür. Burada onu harekete geçiren ilkelere mi yoksa onun kahramanlığına mı dikkat etmek gerekir? Bu ikilemde biraz da kolaycılığa kaçarak kahramanlığa yönelmek, onu bir kült haline getirmeye ve mistifikasyona kapı aralamıştır. Öyle ki bu durumda büyüklüğü ve kahramanlığı, inandığı ve yaşadığı ilkeler göz önünde bulundurulmaksızın kendine has özellikler olarak kurgulanabilmiştir. Böylece kurgu ile olgu arasındaki mesafe de kaybolmuştur.

Kahramanlıkların ve mistifikasyonun ötesinde Aliya İzetbegoviç’in kim olduğu sorusuna odaklanıldığında zihniyetinin ve davranışlarının dönemsel sınırlılıklarının öncelikle göz önünde bulundurulması gerekir. Herkes gibi o da belli tarihsel ve sosyolojik sınırlılıklar dahilinde bir hayat yaşamıştır. Ailesi, yaşadığı şehir, devam ettiği okullar, okuduğu dergiler ve kitaplar, gençliğinden itibaren içinde bulunduğu gruplar, hapishane tecrübeleri, komünist bir rejimde yaşaması ve Soğuk Savaş dönemi gibi pek çok etki dikkate alınmadan yapılan değerlendirmeler, gerçek Aliya İzetbegoviç’i anlama önündeki engellerdir. Hem onu tanıyanlar hem de hayatını okuyanlar, onun hakikati arayan bir insan olduğuna şahitlik edebilirler. Hakikat, az önce bahsedilen insanî sınırların ötesinde; zaman ve mekânı aşan yönlere sahiptir. Ancak hakikat insanî sınırların ötesinde olsa da onun peşindeki bir insan daima insanî sınırların içindedir. Bu durum, Aliya İzetbegoviç için de geçerlidir.

İNANDIĞI GİBİ YAŞADI

Aliya İzetbegoviç, kendi sınırlı halinin farkındadır ki bu da hakikat arayışıyla ve bilgeliğiyle ilgilidir. Burada onun bir insan olarak dünyayla kurduğu ilişkinin ne olduğu üzerinde durmak açıklayıcı olabilir. Öncelikle ondaki bilgeliğin en belirgin yansımalarından biri, bu dünyada kalıcı olmadığının farkında olmasıdır. Ne var ki dünyanın geçiciliğiyle ilgili farkındalığı, onu dünyayı redde ve dünyada karşılaştığı kötülükleri pasif bir şekilde kabullenmeye yöneltmemiştir. Özellikle Bosna Savaşı’ndaki mücadele, kötülüğe kötülükle karşı konulmaması gerektiği ilkesinin pratikte tecrübesi olmuştur. Aslında siyasi parti toplantısında resimlerinin duvardan indirilmesini istemesi ile zulme karşı duruşta zalimlere benzememe tavrı birbirini tamamlamaktadır. İnandıklarıyla yaşadıklarının tutarlı olması için gösterdiği çaba en önemli özelliklerinden biridir. Burada mistifikasyonu engelleyecek olan şey, bu ilkelerin zaman ve mekân sınırlarının ötesinde daima insana kendini bilmesi hakkında yapılan çağrıda bulunabilir.

Aliya İzetbegoviç, Rus filozof Nikolai Berdyaev’in “Tanrı yoksa insan da yoktur” sözüne özellikle vurgu yapmıştır. Onun insan ve ahlak felsefesinde bu sözün merkezi bir yeri vardır. Aslında insan, tarihsel, sosyolojik, psikolojik vb. bütün sınırların ötesinde bir hakikat olduğunu fark eden ve bu dünyadan ibaret bir gerçekliğe sığamayan bir varlıktır. Bu anlam ve hakikat arayışı, bu sınırlılıklar dahilinde yapılsa bile bu sınırların ötesine ulaşmayı arzu etmektedir. Aksi takdirde büyük bir anlam kaybına uğramaktadır. Sınırsız ve sonsuz olana ulaşmayla ilgili bu arzu, sınırlı ve sonlu olanla geçici bir ilişki kurmayı sağlamıştır. Peygamberlerin, bilgelerin, alimlerin ve salihlerin hem öğretileri hem de mücadeleleri insanî sınırları aşarak klasik olmayı başarmıştır. Bu başarı, daima ilkelerle ilgilidir.

MÜSLÜMANLARA ÇAĞRISI

Aliya İzetbegoviç’in Batı düşüncesinde Michelangelo’nun insanından Darwin’in insanına geçiş diye tanımladığı süreç, insanı bir uçtan diğerine savurmuştur. Bu savrulma, dünyadaki sınırlılıkları ve dünyayı da reddeden bir insan tasavvurundan, tamamen dünya sınırlarında var olduğu kabul edilen gelişmiş bir hayvan türüne geçiştir. Michelangelo tarafından trajedisi sanata yansıtılan insan için esas olan dünyevi sınırları aşmak iken Darwin’in tanımladığı insan için bu dünyanın kendisi mutlaktır ve aşılamaz gerçekliktir. Ona göre her iki insan tasavvuru da insan fıtratına karşıdır ve dolayısıyla insana uygun değildir. “Tanrı yoksa insan da yoktur” ilkesi, insanın hiçbir zaman insanî sınırları tamamen aşamayacağını ve insanüstü bir varlık olamayacağını kabul eder. Aynı zamanda bu ilke, Tanrıyı inkâr eden ve dünya gerçekliğini mutlaklaştıran anlayışa göre, evrim yoluyla diğer canlılardan farklılaşan türün de insan olarak kabul edilemeyeceğine dayanır. Aliya İzetbegoviç’in İslam yorumuna dayanan insan felsefesi, bu gerilimi aşma iddiasındadır. Çünkü bu gerilim, maneviyatçı bir sapmadan materyalist bir sapmaya sürüklenmekten ve insan fıtratına uygun denge halini bulamamaktan kaynaklanmıştır. Doğu ve Batı Arasında İslam kitabında Müslümanlara tarihte yeniden insan fıtratı lehine aktör olmaları gerektiğiyle ilgili çağrıda bu denge haline vurgu vardır.

Burada tespit edilen insan anlayışına göre yazının başındaki Aliya İzetbegoviç’i anlamaya engel olan mistifikasyon meselesi tekrar düşünülebilir. O, hayatı boyunca belli sınırlılıklar dahilinde hareket etmiştir. Bu sınırları bir kenara bırakarak onunla ilgili değerlendirme yapmak doğru değildir. Ancak insanî sınırlılıkları mutlaklaştırmamış ve hakikat arayışını samimi bir şekilde sürdürmüştür. İnsanları, kendisi gibi inanmayan ve düşünmeyenleri bile etkileyen duruşu, sınırların içinde hareket etmesine rağmen sınırların ötesinde ilkeleri esas alma çabasının bir sonucudur. Aliya İzetbegoviç’i bir kült haline getirmek yerine gösterdiği duruşun dayandığı inanç ve düşünce sistematiğini anlamaya çalışmak, ona hürmet edenler için daha doğru bir yol olabilir. Çünkü Türkiye’de onu anlama konusunda bir denge ihtiyacı söz konusudur. 19 yıl önce bugün aramızdan ayrılan Aliya İzetbegoviç’in ruhu şad olsun…