Hasta adamdan büyük Türkiye’ye…

NATO Genel sekreteri Stoltonberg’in Madrid’deki zirvede Turkey yerine ilk kez telaffuz ettiği “Türkiye” ifadesi Büyük Türkiye’nin kapısına tabela asılmasıdır. Artık uluslar arası bir toplantıda, masamızın önünde İngilizcedeki karşılığı hindi olan Turkey değil Türkiye yazacaktır.

Haber Merkezi Yeni Şafak
Arşiv

Doç. Dr. Hüseyin Şeyhanlıoğlu

Gaziantep Üniversitesi Öğretim Üyesi

1300 yılından 1700 yılının ilk yarısına kadar üç kez fetret dönemi yaşamışsa da en az dört asır, arka arkaya gelen beş muhteşem padişahıyla Osmanlı İmparatorluğu daima ileri gitmiştir. Osmanlının ilerlemesi gibi çöküşü de dış faktörlerden ziyade, ağacın kurdu gibi iç faktörlerden kaynaklanmıştır. Manevi çöküşten sonra da maddi çöküş başlamıştır.

Bu nedenle 1800 yılından itibaren “Boğaz’ın Hasta Adamı” olarak tanımlanan Osmanlının, bir asır sonra Avrupalıların dışarıdan, mankurtların içerden kalbine vurmak suretiyle (1908 Jön Türk Devrimi) medeniyet saati geçici de olsa durmuştur. 1876-1908 arasında nizam-ı kadim ile ülkeyi kısmen de olsa toparlayan II. Abdülhamid altı asır boyunca atan kalbin son ritmiydi.

Sekiz savaştan sadece birini kazanabildiğimiz ve bugün iki ülke arası ilişkilerde daha çok yakınlaştığımız Rusya, o dönemde Osmanlıya karşı Avrupa tarafından, İstanbul kapılarını kıran koçbaşı olarak kullanılmıştır. Ancak yine de Osmanlı, ilmi ve manevi anlamda Batı’dan geri değildi. Batı yani Avrupa ve ABD kaybedecek bir şeyi olmayan aç, zalim ve ahlaksız olup kendi menfaatleri için her şeyi mubah sayarlar. Afganistan, Ukrayna ve Filistin bu uğurda sırtlanların önüne atılmıştır. Bu nedenle AB/D’nin zaferleri ahlaksızdır. Tıpkı son 30 yılda yaşadığımız Irak, Bosna, Suriye, Filistin, Afganistan ve şimdiki Ukrayna savaşları gibi.

TURKEY DEĞİL BÜYÜK TÜRKİYE

Artık Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkasya gibi tarihin en zor coğrafyasını, Osmanlı Barışı ile asırlarca yöneten milletler üstü bir imparatorluk, ulus-devlete indirgenmişti. Osmanlı, kanatları açılmış muhteşem bir tavus kuşundan tüyleri yolunmuş Sevr masasındaki yılbaşı hindisi yani “Turkey” olmuştur.

1 Kasım 1922-14 Mayıs 1950 yılları arasında narkozsuz yapılan derin mankurtlaştırma ameliyatlarından uyanan Türkiye, yok olma psikolojini kısmen de olsa üzerinden atmış ve Boğazını, Batı’nın elinden kurtardığı gibi İskenderun körfezini de almıştı. Ancak Musul petrolleri kaybedilmiş, Osmanlı ve özünden uzaklaştırılmıştı.

Bu sürece karşı yer sofrasından kalkıp, “ben de varım” diyerek masaya elini vuran ve “Büyük Türkiye” adını ilk defa kullanan ve maalesef bu asil meydan okumanın bedelini hayatıyla ödeyen kişi Anadolu’nun Yörük efesi Ali Adnan Menderes olmuştu. Bu nedenle 14 Mayıs 1950 seçimleri bir Anadolu ihtilalidir. Hem de kansız bir zaferdir. 27 yıllık sabrın zaferidir. “Yeter!

Söz Milletindir” hedefi on yıl da sürse nihayetinde gerçek olmuştu.

Menderes liderliğindeki Demokrat Parti Kıbrıs’a el atmış, Bağdat Paktı’yla İmamı Azam’ın türbesinde Osmanlı bakiyelerinin toplanması için fiili ve kavli dua etmiş, başta ezanın aslına uygun okunması gibi milletin kabul etmediği devrimleri devirmiş, öncelikle boş havuza atlamayan Yunanistan’ın şerrinden korunmak için NATO ve AB yoluna girmişti. Süreç Demirel, Erbakan, Karaoğlan ve Özal ile de darbelere rağmen kesintili de olsa devam etmiştir.

NATO Genel sekreteri Stoltonberg’in Madrid’deki zirvede Turkey yerine ilk kez telaffuz ettiği “Türkiye” ifadesi Büyük Türkiye’nin kapısına tabela asılmasıdır. Artık uluslar arası bir toplantıda, masamızın önünde İngilizcedeki karşılığı hindi olan Turkey değil Türkiye yazacaktır.

ASYA KALKANI ANADOLU PAKTI

Son Madrid Zirvesi’yle görüldü ki, aradan bir asır geçse de bugün de aynı durumdayız: AB/D yani Batı Dünyası ve biz. Ancak İsveç ve Finlandiya’ya terörü destekleme diyebiliyoruz. Oysa İsveç 1988’de terör örgütü PKK’ya ülkeyi yasaklamanın bedelini Başbakanın hayatıyla ödemişti. İtalya da bundan 15 yıl önce aynı şekilde ödemişti. Bu iki baltık ülkesinde en az yüz bin Kürt yaşamasına rağmen bizim istediğimiz isimler en fazla 200 kişidir. Demek ki; PKK’nın Kürtlerle bir alakası yoktur. Tıpkı FETÖ ve DAİŞ’in İslamla alakaları olmadığı gibi. Çünkü terör kartı, Batı’nın can suyu olan Aristo-İskender taktiğidir.

Burada Rusya, sadece bir bahanedir. Esas hedef, “Küçük Ortadoğu” olan Suriye’nin kalbi yani Fırat’ın Doğusudur. Burası enerji, su, toprak ve konum olarak Ortadoğu’nun kalbidir. Eğer ABD’nin bu coğrafyayı şehirlere bölen, yeni Sykes-Picot planı bozulmazsa ölüm tehlikesi devam ediyor demektir.

Dörtlü Madrid Zirvesi ve Üçlü Memorandum, sadece bir hatırlatma belgesidir. Buna karşı mutlaka bir B Planımız, yani “Asya’nın Kalkanı Anadolu Paktı”nı İslam Dünyası, Rusya ve Çin’le somutlaştırmalıyız. Çok kutuplu dünya düzeni bunu gerektiriyor. Tüm yumurtalar asla tek sepete konulamaz.

İkinci yüzyılda beş İmparatorunu Fırat’ın doğusuna gömen Roma İmparatorluğu senatosunda, Mezopotamya’ya gitmeyelim şeklinde ölümlü tartışmalar yaşanmıştır. Altıncı İmparator, Fırat’ın doğusuna sefere çıkacağını ilan eder. Çünkü der, “biz gitmezsek onlar gelir” ve o da aynı yolda ölür.

Bugün de Biden, PYD ve DAİŞ üzerinden aynı yoldadır. Aristo, öğrencisi genç İskender’e Ortadoğulu liderleri, “idam, sürgün ve hapis” yerine onları birbirine düşürüp kendini de hakem yapmakla yönetebileceğini belirtir. Ama artık bu oyunu öğrendik ve Boğaz’ın Hasta Adam’ı yok, Büyük Türkiye ruhu var. Ne mutlu bugünleri görebilenlere. Durmak yok yola devam…