Kemal Tahir yeni bir bakışla yeni yayınevinde

Türk edebiyatının ustalarından Kemal Tahir’in külliyatı Ketebe Yayınları’ndan çıkıyor. Yeni Şafak Kitap olarak Kemal Tahir’in edebiyat başta olmak üzere Türk kültür hayatına katkılarını D. Mehmet Doğan, Prof. Dr. Abdullah Uçman, Prof. Dr. Mehmet Samsakçı ve Dr. Mesut Bostan değerlendirdi.

Halil Solak Yeni Şafak
Kemal Tahir.

Türk edebiyatının ustalarından Kemal Tahir’in külliyatı artık Ketebe Yayınları arasından çıkıyor.

Külliyatın ilk kitapları olarak “Bir Mülkiyet Kalesi”, “Yorgun Savaşçı”, “Esir Şehrin İnsanları”, “Esir Şehrin Mahpusu”, “Kurt Kanunu”, “Yol Ayrımı”, “Bozkırdaki Çekirdek”, “Yediçınar Yaylası”, “Köyün Kamburu”, “Büyük Mal”, “Rahmet Yolları Kesti”, “Sağırdere”, “Körduman” ve “Kelleci Memet” raflardaki yerini aldı.

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. İsmail Coşkun proje yöneticisi olarak kitapların hazırlık sürecine nezaret ederken külliyatın kapak tasarımları ise Harun Tan imzasını taşıyor.

KİTAPLARDAKİ EKSİKLİKLER GİDERİLDİ

“Kemal Tahir kendi metinleri üzerinde nasıl titiz bir şekilde çalıştıysa, biz de benzer titizlikte çalıştık” diyen İsmail Coşkun daha önceki neşirlerdeki isim karıştırmaları, satır atlamaları, cümle düşüklüğü ve bölüm eksikliğine kadar pek çok problemin giderildiğini, kitapların çok sağlam bir editoryal okumadan geçirildiğini ve Ketebe mutfağında titiz bir çalışma sonucunda okurla buluştuğunu belirtiyor.

KEMAL TAHİR’İN TÜRK KÜLTÜR HAYATINA KATKILARI

Kitaplar, Türk modernleşmesinin farklı evreleri göz önünde tutularak kronolojik bir okuma için “1890-1945 Türkiye” ve “1890-1945 Türkiye/Taşra” düzenlemesiyle okura sunuldu.

Kemal Tahir’in daha önce yayımlanmamış mektupları, notları ve yazara dair incelemelerle hatıratlar da yakında okuyucuya sunulacak.

Yeni Şafak Kitap olarak Kemal Tahir’in edebiyat başta olmak üzere Türk kültür hayatına katkılarını D. Mehmet Doğan, Prof. Dr. Abdullah Uçman, Prof. Dr. Mehmet Samsakçı ve Dr. Mesut Bostan değerlendirdi.

Türk entelektüeline alternatif bakış açıları teklif eder

Jean Paul Sartre, “Edebiyat Nedir?” isimli kitabının bir yerinde, eser yazmak isteyen kişiye şu soruların sorulması gerektiğini belirtir: “Dünyanın hangi görünüşünü örten perdeleri kaldırmak istiyorsun, bu ortaya çıkarışla hangi değişikliği getirmek istiyorsun?”

Kemal Tahir bütün eserlerinde -sanki bu soru daima kendisine sorulmuşçasına- ezber bozmaya çalışır; o zamana kadar görülmemiş, ıskalanmış, atlanmış hakikatlere ulaşmayı dener. Özellikle tarihî romanları, bu denemelerin en ciddî ve en çarpıcı olanlarıdır.

“Kuruluş Romanları”nın belki de en özgünlerinden birisi olan Devlet Ana’da, Osmanoğulları’nı bir aşiretten imparatorluğa götüren motivasyon ve sâikleri inceler. Bu devletin, 623 yıl ayakta kalmasının özellikle iktisadi süreçlerini araştırır. Bu sayede -kendisinin de içinde bulunduğu- sol görüşün ezberini ciddî şekilde bozar. Esir Şehrin İnsanları ve Esir Şehrin Mahpusu’unda Mütareke yani işgal İstanbul’unu yine alternatif bir bakışla ele alır. Yorgun Savaşçı, evet, bir Millî Mücadele romanıdır fakat aynı dönemi ve süreci konu alan romanların aksine, “hakkı yenmiş, hizmeti görmezden gelinmiş” İttihatçı subayların dram ve mücadelelerine odaklanır. Kurt Kanunu, kendisine kadar işlenmemiş, irdelenmemiş bir “iktidar mücadelesinin” çok başarılı bir polisiye kurgu içinde anlatıldığı bir eserdir. Yol Ayrımı ise Türkiye Cumhuriyeti için çok önemli bir viraj demek olan çok partili hayata geçiş sürecinin çok cesur ve özgün bir yorumudur. Yazarın “eşkıyalık” romanları da, aynı konuyu işleyen romanların aksine, bu tiplerin birer kahraman olmadıklarını söz konusu eder.

Özetle: Kemal Tahir, yakın veya uzak tarihi ele alan romanların hepsinde okuruna, özellikle çeşitli şartlanmalar içerisinde gerçeği görmekten uzaklaşan, ayağı Anadolu toprağından kesilen Türk entelektüeline alternatif bakış açıları teklif eder.

Romancılığı ciddiye alan bir yazardı

Kemal Tahir her şeyden önce işini, yani romancılığı ciddiye alan bir yazardı. Bir roman yazmaya başlamadan önce o konuda geniş bir araştırma yapar, 19. yüzyılda realist ve naturalist yazarların yaptığı gibi, sadece kitaplardan edindiği bilgilerle yetinmez, konusuyla ilgili canlı şahitler varsa, gidip onlarla konuşur, otantik bilgiler alır, sonra yazmaya başlardı. Sık sık, bir romancının yirmi dört saatiyle romancı olarak yaşaması gerektiğini söyler; romancının öyle valilikmiş, şirket yöneticiliğiymiş, bankacılıkmış gibi meşgalelere vakit ayıramayacağını ifade ederdi. Romanları arasında özellikle Devlet Ana’yı çok önemseyen Kemal Tahir, çeşitli konuşmalarında, bu romanın, herhangi bir hikâye anlatmak kabilinden yazılan romanlardan çok farklı olduğunu; romanın bir “tez”i bulunduğunu ve bu tezi ispatlamak için yazılmış olduğunu dile getirirdi. Kemal Tahir, çok önem verdiği bir edebiyat türü olarak roman dolayısıyla yine sık sık “Dram olmayan yerden roman çıkmaz!” derdi. Ölümünden sonra yayımlanan notlarına bakarsanız bu konuda bir hayli malûmat bulabilirsiniz. Türk entelektüellerinin Cumhuriyet öncesine ait geçmişimizle yüzleşmeye çalıştığı 70’li yıllarda Kemal Tahir sağda da solda da fikirlerine itibar edilen, hemen her konuda ne söyleyeceği merakla beklenen son derece önemli bir şahsiyetti. Bugün daha çok Devlet Ana, Yorgun Savaşçı ve Kurt Kanunu romanların yazarı olarak tanınan Kemal Tahir, sadece romanlarıyla değil, aynı zamanda fikrî yazılarıyla, açık oturumlarda ileri sürdüğü görüşleriyle de düşünce hayatımızda tabulaşmış bir kısım kanaatlere karşı çıkan; bize dayatılan her şeyi gözü kapalı kabul etmememiz gerektiğini ve şüpheyle karşılamamızı söyleyen bir entelektüeldi. Romanlarıyla 70’li yıllarda Türk romancılığına yepyeni ve farklı boyutlar kazandıran, düşünceleriyle Türk aydınlarının önünde geniş ufuklar açan Kemal Tahir, bence, bugün ve yarın daha birçok incelemeye konu olacak, fikirlerinin mutlaka tartışılması gereken, Türkiye’nin yakın devirde yetiştirmiş olduğu müstesna bir insandı.

Kemal Tahir romanında sinemanın etkisi daha büyüktür

Kemal Tahir’in Türk sinemasıyla ilişkisinin sıra dışı bir ilişki olduğu baştan söylemek gerek. Edebiyatçıların özellikle 1950’lerin sonunda itibaren sinemayla ilişkisi sorunlu olmuştur. Bu dönemde sinema bir dönem tiyatro etkisinden bağımsızlaştığı gibi edebiyat etkisinden de bağımsızlaşma sürecine girer. Buna edebiyatçıların tepkisi sistematik bir aşağılama biçiminde olur. Bugünkü dizilere yönelik tepkiyle paralelmiş gibi düşünülebilir. Buna rağmen bugün dizi ve film projelerinde çalışmaya aşırı teşne edebiyatçılar gibi dönemin edebiyat kökenli aydınları da Türk sinemasına çok da sağlıklı olmayan bir ilgi gösterirler. Kemal Tahir bu genel tavrın dışında konumlanır. Öncelikle sinemanın bağımsız bir alan olarak değerini teslim eder. Sinemacıları sadece etkilemeye çalışmak yerine onlardan ilham almaya da çalışır. Onlarla eş düzeyde ilişki kurar. Biraz da bu yüzden etrafında geniş bir sinemacı çevresi oluşmuştur. Kemal Tahir’in sinemacılarla ortak çalışmaları diğer edebiyatçılardan daha verimli olmasa da Kemal Tahir romanında sinemanın etkisi daha büyüktür. Her şeyden önce Devlet Ana’nın bir film projesi olarak ortaya çıkıp sonrasında romana evirilmesi anlamlıdır. Özellikle de bu romanın Kemal Tahir külliyatındaki farklı ve ayrıcalıklı yeri düşünüldüğünde. Bu yer de aslında tam olarak bu romanla ilgili ortaya atılan “ilk milli roman” ifadesine tekabül eder. Bunu Kemal Tahir’in bir sinemacıya dair ifadeleriyle birlikte düşünürsek Türk romancısının Türk sinemasından öğreneceği çok şey vardır diyebiliriz.

Tarih ve kültür bütünlüğünü esas aldı

Kemal Tahir’in tarih ve kültür bütünlüğünü esas aldığını biliyoruz. Romanlarında Osmanlı devletinin kuruluşundan Batılılaşma dönemine ve nihayet Cumhuriyet’in Tek Parti devrine kadar uzanan bir tarihi kesiti ele almıştır. Bu bütünlüğü haleldar eden keskin değişikliklere (inkılâplara) karşı tavrı da bu çerçevededir. Mesela harf inkılabı ile ilgili şunları söyler: “Eski yazının bırakılıp Latin harflerine dönüş toplumsal gerçeklerimize indirilmiş en yok edici vuruş. Geçmişimizle aramızdaki kültürel köprüyü yıktı, bizi piç gibi ortada bıraktı.” (Hulusi Dosdoğru, Batı Aldatmacılığı ve Putlara Karşı Kemal Tahir, Tel, 1974).

Bu temellendirmede ikinci safha dil devrimidir. Kemal Tahir Türkçe kelime kullanma hassasiyetine sahiptir, fakat bu hususla ilgili görüşleri de aynı keskinliktedir: “Her zibidinin kelime uydurması ile, hele Nurullah Ataç gibi adamların kelime uydurması ile yürümez bu iş.” demektedir.

Kemal Tahir’in harf inkılabından Batı klasikleri tercümesine kadar meseleye bir tutarlılık çizgisinde baktığı görülmektedir. Batı klasikleri alfabe değişikliği olmasa idi, olumsuz bulunmayabilirdi. Çünkü, çok zengin bir kütüphanemiz vardı ve okur yazarlar bu kütüphaneden istifade edebiliyordu. 1940’ların okur yazarları ise, Latin harfli Türkçe yayınların daha kütüphaneleşemediği bir dönemde, yani kendi klasiklerimize ulaşamadığımız bir zamanda Batı klasiklerinin tesirine açılmışlardır.

Tarih ve kültür bütünlüğünü esas aldı

lKemal Tahir’in tarih ve kültür bütünlüğünü esas aldığını biliyoruz. Romanlarında Osmanlı devletinin kuruluşundan Batılılaşma dönemine ve nihayet Cumhuriyet’in Tek Parti devrine kadar uzanan bir tarihi kesiti ele almıştır. Bu bütünlüğü haleldar eden keskin değişikliklere (inkılâplara) karşı tavrı da bu çerçevededir. Mesela harf inkılabı ile ilgili şunları söyler: “Eski yazının bırakılıp Latin harflerine dönüş toplumsal gerçeklerimize indirilmiş en yok edici vuruş. Geçmişimizle aramızdaki kültürel köprüyü yıktı, bizi piç gibi ortada bıraktı.” (Hulusi Dosdoğru, Batı Aldatmacılığı ve Putlara Karşı Kemal Tahir, Tel, 1974).

Bu temellendirmede ikinci safha dil devrimidir. Kemal Tahir Türkçe kelime kullanma hassasiyetine sahiptir, fakat bu hususla ilgili görüşleri de aynı keskinliktedir: “Her zibidinin kelime uydurması ile, hele Nurullah Ataç gibi adamların kelime uydurması ile yürümez bu iş.” demektedir.

Kemal Tahir’in harf inkılabından Batı klasikleri tercümesine kadar meseleye bir tutarlılık çizgisinde baktığı görülmektedir. Batı klasikleri alfabe değişikliği olmasa idi, olumsuz bulunmayabilirdi. Çünkü, çok zengin bir kütüphanemiz vardı ve okur yazarlar bu kütüphaneden istifade edebiliyordu. 1940’ların okur yazarları ise, Latin harfli Türkçe yayınların daha kütüphaneleşemediği bir dönemde, yani kendi klasiklerimize ulaşamadığımız bir zamanda Batı klasiklerinin tesirine açılmışlardır.