Hafız Mehmed Necmeddin Okyay

Elinden bir çok iş birden gelen sayılı kimselerden Hafız Mehmed Necmeddin Okyay, hem Kurra Hafız, hattat, kemankeş, tuğrakeş, mücellit, hem de imam-hatip, ebru sanatçısı, aherci, koleksiyoner ve marangoz. Sıradışı bri isim olan Mehmed Necmeddin Okyay, 1907 yılında Üsküdar Yeni Valide Camii’ne ikinci İmam-hatip olarak göreve başldır. Daha sonra başimamlığa da terfi eden Okyay, 1947 yılında çeşitli hastalıklarından dolayı emekli oldu. Necmeddin Okyay Yeni Valide Camii’nde imamet görevini ifa ederken aynı zamanda Hoca’nın hattat olduğunu bilenlerin ricaları üzerine bazı dükkanların tabelalarını yazıyordu.


Muhammed Sefa Ulusoy Yeni Şafak
Necmeddin Okyay öğrenmeye olduğu kadar öğretmeye de büyük bir iştiyak duyar.

Hezarfen kelimesi, Farsça manası “bin” olan “hezar” ve Arapça manası “sanat,hüner” anlamına gelen “fenn” kelimelerinden müteşekkildir. Kubbealtı lügatında “Çok yetenekli olup elinden çok iş ve sanat gelen, çok şey bilen ve yapabilen kimse” şeklinde açıklanmıştır. Birden fazla alanda uzmanlaşan zevata verilen bu ismin tarihimizde birçok örneği olmakla beraber, yakın tarihimizde bu isme mazhar olmuş en önemli simalardan birisi de Kurra Hafız, Hattat, Kemankeş, Tuğrakeş, Mücellit, İmam-hatip, Ebru sanatçısı, Aherci, Koleksiyoner, marangoz Mehmed Necmeddin Okyay’dır.

Bir “kuyruklu yıldız” doğuyor

Abdünnebî Efendi’nin, halk tarafından “Mevlidi Süleyman Çelebi yazdı, Hasan Rıza Efendi okudu” denecek kadar mevlid okumakta mahir olan, Sid Paşa imamı olarak da anılan Hasan Rıza Efendi adında mecazibden kabul edilen bir komşusu varmış. Bir sabah vakti Hasan Rıza Efendi Abdünnebî Efendi’nin kapısını çalmış, kapı açılınca da selam verdikten sonra “Bir oğlun olacak adını Necmeddin koy” diyip yürüyüp gitmiştir. Mecazibden kabul edilen bu zatın söylediklerine bir anlam veremeyen Abdünnebî Efendi o gece rüyasında bir kuyruklu yıldızın hanelerinin penceresine konduğunu görür. Dört Beş ay sonra gerçekten de Abdünnebî Efendi’nin hanesinde bir yıldız doğacaktır.

Toygar tepesinde bir “Hezarfen” doğdu

İstanbul’un 7 tepe üzerine kurulu olduğu söylenir. 7 tepeli İstanbul’un en güzel ilçelerinden biri olan Üsküdar’ın da 3 tepesi bulunur. Bunlar; Sultantepe, Doğancılar ve Toygar tepesidir. Bu üç tepe arasında coğrafi konumu itibariyle Üsküdar’ı, boğazı ve karşı yakayı en iyi gözleyen Toygar tepesidir. Abdünnebî Efendi’nin, bu Üsküdar’ın en güzel tepelerinden biri olan Toygar tepesinde 4 dönüm arazi üzerine konuşlanmış güzel, ahşap bir evi vardır. İşte o “kuyruklu yıldız”, Üsküdarlı bir baba ve Giresun Şebinkarahisarlı bir annenin mahdumu olarak 28 Ocak 1883 yılında bu evde dünyaya gelir. Adını Sid Paşa imamı’nın telkini ve Abdünnebî Efendi’nin rüyasından aldıkları manevi işaretler doğrultusunda Mehmed Necmeddin koyarlar. Babası Abdünnebî Efendi Üsküdar Mahkeme-i Şer‘iyye başkâtibi ve Yeni Vâlide Camii imam-hatibidir. Annesi Binnaz Hanım ise ev hanımıdır.

Küçük Necmeddin mektebe başlıyor

İstanbul’da bir gelenek vardır ki bu geleneğe göre çocukların mektebe başlamaları için 4 sene 4 ay 4 günün dolması beklenir. Anneannesi’nin hac farizasını yerine getirme arzusunda olmasından sebep Mehmed Necmeddin’in yaşının dolması beklenmeksizin 4 yaşına geldiğinde geleneğin hilafına mektebe başlatılır. Bu mektebin adı Karagazi ya da nam-ı diğer Karakadı’dır. Kasapzade Hafız Mehmed Efendi’de hafızlık eğitimine başlar. Fakat hocasının vefatı üzerine bugünkü ismiyle Halil Rüştü İlkokulu yani Ravza-i Terakki mektebinde tahsilini devam ettirirken yeni hocası Hafız Şükrü Efendi’de hıfzını ikmal eder.

Reisülkurra Üsküdarlı Hafız Ali Efendi

Küçük Necmeddin’in sanat ile ilk münasebeti

Osmanlı devrinde çok iyi öğretmelerine karşın, öğrettikleri sanat dallarında çok ileri düzeylerde bulunmayan, bunun yanında çok önemli sanatkarları yetiştiren birçok hoca bulunurmuş. İşte o büyük sanatkarlar yetiştiren hocalardan biri de Hasan Talat Bey’dir ki Necmeddin Okyay gibi önemli bir hattatın ilk öğretmeni olmuştur. Necmedin Okyay Ravza-i Terakki mektebinde hat hocası Hasan Talat Bey’den Rik’a, Divani, Celi divani yazılarını meşkederek icazet alır, 1902 yılında hocası Hasan Talat Bey’in yönlendirmesiyle daha ileri düzeylerde eğitim görmek ve daha başka hat yazılarını da meşketmek üzere hat eğitimine Nuru Osmaniye Camii Medresesinde devam eder. Nuru Osmaniye medresesindeki hocası bir dönem bakkallık yapmış olmasından dolayı Bakkal Arif Efendi diye de anılan sülüs, nesih yazılarında zamanının en önde gelen hattatlarından Filibeli Arif Efendi’dir. Necmeddin Okyay bu esnada rüşdiyeyi bitirmiş ve günümüz lise düzeyinde eğitim veren okulların muadili olan Üsküdar İdadisi’ne başlamıştır. Haftanın bir günü hat meşkine gitmesine okul idaresinin izin vermemesi üzerine memurluk gibi bir takım görevleri de arzu etmemesinden dolayı 2. yılında mektebi bırakır.

Ebru sanatına meyli

Hat eğitimine böylece devam ederken bir yerde ebru kağıdı görmesi üzerine ebru sanatına merak salar. Soruşturmalar neticesinde bu sanatı Özbekler Tekkesi Şeyhi Edhem Efendi’nin icra ettiğini öğrenir. Edhem Efendi Özbekler Tekkesi Şeyhi Sadık Efendi’nin oğlu olarak Üsküdar Sultantepe’deki Nakşibendiyye tarikatına bağlı Özbekler Dergâhı’nda doğar. Mahalle mektebini bitirdikten sonra dergahta özel dersler alarak eğitimini tamamlar. Mimari, kozmografya, hendese ve teknik konularda kendini çok iyi yetiştirir. Çağatayca, Arapça, Farsça, Ermenice gibi dillerin yanında Batı dillerinden de birkaçını öğrenir. İnce marangozluk, doğramacılık, oymacılık, hakkâklık, dökmecilik, tornacılık, tesviyecilik, demircilik, makinecilik, dokumacılık, matbaacılık alanlarında uzman olan Edhem Efendi, tam anlamıyla bir hezarfendir. Babasından öğrendiği ebru sanatını icra etmiş ve öğretmiştir. Necmeddin Okyay bir vesileyle Edhem Efendi’ye ulaşmış ve ondan ebru öğrenmeye başlamıştır.

Ta’lik yazı meşki

Sanata büyük bir iştiyakla bağlı olan Necmeddin Okyay’ın eline yine bir gün ta’lik bir hat yazısı geçer ve bu yazıyı hocası Arif Efendi’ye gösterir. Hocası Filibeli Arif Efendi gösterdiği yazıyı çok beğenir ve “Artık sana ta’lik yazmak vacib oldu” der. Necmeddin Okyay hocasına ta’lik yazıyı kimden öğrenebileceğini sorduğunda hocası ona Sami Efendi’yi işaret eder. Hocası Arif Efendi, Sami Efendi’nin yakın zamanda kızının vefat etmesi üzerine içine kapanmasından ve artık kimseye ders vermemesinden sebep Necmeddin Okyay’a ders vermesi için Sami Efendi’ye aracı olmak istemez fakat der ki; “Sami Efendi’nin bir dostu vardır eğer o rica ederse onu kıramaz. O kişi Özbekler Tekkesi Şeyhi Edhem Efendi’dir” Necmeddin Okyay aracı olabilecek yegane zatın kendisinin ebru hocası olmasından duyduğu büyük memnuniyetle hemen Edhem Efendi’ye gider ve onun tavassutuyla Sami Efendi’den ta’lik yazı meşkine başlar ve eğitimini tamamlayarak icazetnamesini alır.

Beşikten mezara bir Kur’an hizmetkarı; Kurra Hafız İsmail Biçer

Ebru sanatının incelikleri

Edhem Efendi ile olan birliktelikleri ancak 8 ay sürmüştür çünkü tanışmalarından 8 ay kadar sonra Edhem Efendi vefat eder. Bu 8 ay gibi kısa bir zaman diliminde hocasından ebru sanatını ve ince marangozluğu öğrenir. Bu arada Üsküdar’ın önemli simalarından ünlü ressam Hoca Ali Rıza Necmeddin Okyay’ın Toygar tepesindeki evinin yakınlarına taşınmış ve komşu olmuşlardır. Necmeddin Okyay Hoca Ali Rıza’ya gele gide yaptığı ebruları göstermeye başlamıştır. Büyük ressamın yönlendirmeleriyle renk tercihi ve seçimi konusunda birçok incelikleri öğrenir ve sanatında daha üstün eserler vermek noktasında ondan çok istifade eder.

Kemankeş Necmeddin Okyay

Necmeddin Hoca’nın Abdulkadir adında bir arkadaşı vardır. Abdulkadir Bey bir gün Üsküdar’dan bir yay satın alır ve bu okçuluğu, kemankeşliği kim bilir, kim öğretir diye araştırmak ister. Soruşturmalar Üsküdar Sultantepe’de mukim olan Sultan Abdulaziz’in okçubaşısı Seyfeddin Bey ile nihayetlenir. Okçubaşı Seyfeddin Bey’e gider ve ders talebinde bulunur. Seyfeddin Bey de ona okçuluğu öğretebileceğini söyler. Necmeddin Hoca’da arkadaşıyla birlikte Seyfeddin Bey’den okçuluk öğrenmek ister ve iki arkadaş birlikte okçuluk öğrenmeye başlarlar. Ok Meydanı’nın o dönemde bir takım olaylardan dolayı kapalı olmasından sebep atış talimlerini Çamlıca’da yaparlar. Necmeddin Hoca kemankeşlikte izacet alamasa da ok, yay yapmayı ve okçuluğun inceliklerini öğrenmiş olur. Okçuluğa muhabbeti o kadardır ki soyadı kanunuyla birlikte “okyay” soyismini alır. “Uğraştığım işler içinde en çok sevdiğim okçuluktur. Onun için Okyay soyadını aldım” der. 1920 yılında Evkaf İdaresi bugünkü adıyla Vakıflar Genel Müdürlüğü Okmedyanı’nı satmak ister. Olayın mahkemeye intikal etmesiyle mahkemeye çıkan Necmeddin Hoca “Bura satılamaz” der hakimler “Neden satılamaz? Neye dayanarak söylüyorsunuz bunu?” dediklerinde “Burası benim de onun için” cevabını verir. “Nereden senin oluyor?” denilince “Fatih Sultan Mehmed Han burayı okçulara vakfetti. Bende okçu olduğum için burası diğer okçu arkadaşlarımla beraber benimdir” der ve satış işlemini durdurur. Takvimler 1940’ı gösterdiğinde aynı kurum aynı yeri tekrar satmak ister Necmeddin Okyay elinde bulunan belgelerle müdahale eder ve yoğun uğraşları neticesinde satış yine gerçekleştirilemez.

Yeni Valide Camii İmam-hatipliği

1907 yılında Abdünnebî Efendi “Ölüm âsude bir bahar ülkesidir” diyerek ahirete doğduğunda Mehmed Necmeddin Okyay babasının yerine Üsküdar Yeni Valide Camii’ne ikinci İmam-hatip olarak göreve başlar. Daha sonra başimamlığa da terfi eder. Bir rivayete göre Üsküdar Valide-i Cedid Camii, II. Mustafa ve III. Ahmed'in annesi Emetullah Râbia Gülnûş Sultan tarafından yaptırıldığında caminin ilk İmam-hatib’i Necmeddin Hoca’nın ceddinden bir zattır. İmamet görevi o zamandan Necmeddin Okyay’a kadar babadan oğula devren gelmiştir. Necmeddin Hoca’nın öğrencilerinden Uğur Derman bu rivayete karşın “Bu bilgiyi hocama soramadıysam da 4-5 kuşak boyunca hocanın dedelerinin bu camide imamet görevini üstlendiklerini nüfus kayıtlarından tespit ettim” der. Necmeddin Hoca 40 yıl boyunca Yeni Valide Camii’nde imamet görevini itinayla deruhte eder. Kaptanpaşa Camii imamı Ahmed Nazîf Efendi’den aşere ve takrîb icazeti alır ve Çinili Camii imamı Nûri Efendi’den ise ilmiye icâzetnâmelerini alır. Necmeddin Okyay imamet görevini 1947 yılında çeşitli hastalıklarından dolayı emekli olana değin sürdürür.

Hem hoca hem talebe Necmeddin Okyay

Yeni Valide Camii’nde imamet görevini ifa ederken aynı zamanda Hoca’nın hattat olduğunu bilenlerin ricaları üzerine bazı dükkanların tabelalarını yazar. 1915 yılında kurulan Medresetül Hattatin’in müdürü Arif Hikmet Bey yolunun Üsküdar’a düştüğü bir gün meydanda dolaşırken bazı dükkan tabelalarının güzel hat yazılarıyla yazılmış olduğu görür ve “Bunları kim yazıyorsa gelsin de ona hocalık verelim” der. Necmeddin Hoca bu olayı haber almasının üzerine Medresetül Hattatin’e gider ve görüşme esnasında kayıt defterine onu talebe olarak kaydederler. Necmeddin Okyay “Demek ki daha öğreneceklerim varmış” diyerek talebeliği kabul eder. Medresetül Hattatin’de Tuğrakeş Hakkı Bey’den Celi Sülüs ve Tuğra, Hacı Kamil Efendi’den ise Sülüs, Nesih yazılarını öğrenir. Talebeliğinden 1 yıl sonra yani tarihler 1916’yı gösterdiğinde Medresetül Hattatin’de artık Ebru dersleri de verilecektir. Ebru sanatında pek maharetli ve icazetli olmasından dolayı Ebru hocalığına Necmeddin Okyay’ı tayin ederler. Böylelikle aynı okulda Necmeddin Okyay hem öğrenen hem de öğreten olarak bulunur. Buradaki talebeliği 1918 yılına kadar sürecek hocalığı ise uzun yıllar devam edecektir.

Çiçekli ebru’nun hikayesi

Necmeddin Okyay Medresetül Hattatin’de hocalık görevine devam ederken bir gün birisi çıkagelir ve “Ben çiçekli ebru yapmanızı istiyorum, diğer ebrularınızı biliyorum” der. Necmeddin Hoca cevaben “Efendibeyim, çiçekli ebru daha önce denenmiş fakat muvaffak olunamamış” demiş. Gelen zat; “hoca değil misiniz? Uğraşın yapın” demiş. Bunun üzerine Necmeddin Hoca bu işin nasıl olacağını düşünmeye başlamış ve Hattat Macit Ayral’ın da evinde misafir bulunduğu bir gün ebru teknesine boyalarını dökmüş ve çiçekli ebru yapmak için uğraşmaktayken Hattat Macit Ayral; “birader, şu uçları şöyle dışarıya doğru bir çeksene” diye bir öneride bulunmuş Necmeddin Hoca dediği gibi yapmış ve lale ortaya çıkıvermiş. Necmedidn Okyay daha sonraları “Bir şeyi bilmeyenden çok şey öğrenilir” diye hep bu olayı örnek verirmiş. Necmeddin Hoca Lâle, karanfil, sümbül gibi çiçekleri aslına uygun şekilde ebru teknesinde resmetmeyi başarır. Bundan dolayı çiçekli ebrulara “Necmeddin ebrusu” adı verilmiştir.

Yazılı ebru keşfi

Necmeddin Hoca’nın ebru sanatına kazandırdıkları arasında bir de yazılı ebru vardır ki yazılı ebrunun Necmeddin Okyay’ın yeni tekniği keşfetmesinden önceki yapım aşaması pek meşakkatlidir. Yazılar bir kağıda yazıldıktan sonra nevregen denilen kesici bir aletle yazının etrafı dikkatle kesilir ve ebru yapılacak kağıda arap zamkı ile yapıştırılır bu işlemden sonra ebru tenkesine sürülen kağıt yazıların olduğu kısma renk kabul etmez ve yazılı ebru ortaya çıkar. Necmeddin Okyay bir gün yine yazılı ebru yaparken harflerden birine arap zamkını farkında olmadan fazla sürer kağıdı ebru teknesinden çıkardıktan sonra arap zamkının harften taştığını ve taşan kısmın da boya tutmadığını görür ve böylelikle yazılı ebruda müthiş bir teknik keşfeder. Arap zamkının içerisine az miktarda is mürekkebi katar, yazısını yazıp direkt tekneye atar ve yazılı ebru kolaylıkla yapılmış olur.

Güller içinde bir gül

Necmeddin Okyay’ın gül merakı, Medresetül Hattatin’den hocası olan Tuğrakeş Hakkı Bey ile ünsiyetinin kuvvetlenmesiyle tebellür eder. Gül yetiştiriciliği aşkını Hakkı Bey ve Gülcü Şükrü Baba namında bir zattan tevarüs eder ve Toygay tepesindeki evlerinin 4 dönümlük bahçesinde gül yetiştirmeye başlar. Gül yetiştiriciliği bir zaman sonra Necmeddin Hoca için öyle bir tutku haline gelir ki yetiştirdiği gül çeşidinin adeti 400’ün üzerine çıkar. Necmeddin Okyay’ın güllere meftunlığu o dereceye ulaşır ki yetiştirdiği güllerin hepsinin Latince isimlerini ve özelliklerini bilir bir duruma gelir. Gül yetiştiriciliğinde bu kadar ilerleme kaydettikten sonra o devirde yapılan gül müsabakalarına katılır ve çeşitli madalyalar, dereceler kazanır. Pir olduğu dönemde bile öğrencisi Uğur Derman’a “Artık eskisi gibi uğraşamıyorum” derken yetiştirdiği gül çeşidi sayısı 40’tır. Necmeddin Okyay, Mayıs ayında güller açtığında bütün dostlarını, hoca arkadaşlarını, talebelerini bahçesine davet eder ve onlara ikramlarda bulunurmuş. İslam anlayışında Peygamber Efendimize atfedilen güllere Necmeddin Hoca büyük sevgi beslemiş ve emek vermiştir.

Mücellitlik

Necmeddin Hoca eski eserlere de meraklıdır. Çokça eski kitap alır fakat aldığı kitapların kimisi ciltsiz, kimisi iplerinden boşanmış, kimisi de ziyadesiyle deforme olmuştur. Almış olduğu bu kitapları ciltletmek için yeterli maddi kaynağı bulunmayan Necmeddin Hoca böylelikle mücellitliği öğrenmeyi düşünür. Mücellitliği, Mücellit Baha Bey’in tarifleri ışığında ama daha çok kendi uğraşları neticesinde eski ciltleri inceleyerek, taklit ederek kamilen öğrenir. Baha Efendi Topkapı Sarayında eski eserlerin tamiratında çalışır. Necmeddin Okyay Baha Efendi’nin hastalığında saraydaki eski eserleri Baha Efendi’nin yerine tamir edip gelirlerini de olduğu gibi Baha Efendi’ye ulaştırır.

Gel keyfim gel ebrusu

Ebru boyaları içinde çok nadir bulunan Lök isminde bir boya vardır. Necmeddin Hoca bu boyanın Mısır Çarşısı’nda bir dükkana geldiğini öğrenir ve derhal boyadan temin etmek üzere yola koyulur fakat Necmeddin Okyay’ın yola çıkarken bilmediği bir şey vardır ki o da o gün günlerden 12 Kasım 1918’dir yani İngiliz ve Fransız savaş gemilerinin askerleriyle birlikte İstanbul’a geldikleri gündür. Necmeddin Hoca boyayı almış almasına fakat her tarafta süngülerle dolaşan İngiliz ve Fransız askerler vardır. Eve nasıl döneceğini şaşıran Necmeddin Okyay hemen bir kayık tutar ve hızla Üsküdar’a geçer. Hoca bu duruma çok üzülmüş, çok içerlemiştir. Ülkesinde düşman postallarını görmek onu ziyadesiyle etkilemiştir. Aradan 5 sene geçer 2 Ekim 1923 tarihinde düşman askerleri İstanbul’dan çekilirler. Toygar tepesindeki evinden liman görünmektedir. Düşmanın çekildiğini gören Necmeddin Okyay çok mutlu olur ve hemen içinde Lök boyasını da kullandığı yazılı bir ebru kağıdı ebru teknesine yatırır. Tekneden çıkan bu yazılı ebruda “gel keyfim gel” yazmaktadır. Hatta Necmeddin Okyay’ın keyfi o derece yerine gelmiş ki keyif kahvesini yudumlarken kazara kahveyi gel keyfim gel yazan ebru kağıdının üzerine dökmüştür. Bugün o yazılı ebru üzerinde kahve lekeleri olduğu halde Uğur Derman’ın elinde bulunmaktadır.

Parayla öğrenmedik ki parayla öğretelim

Necmeddin Okyay öğrenmeye olduğu kadar öğretmeye de büyük bir iştiyak duyar. Kendinden hat meşk etmek, ebru öğrenmek için kim gelirse gelsin bilabedel kabul eder ve ders verir. Bugün Necmeddin Okyay’a dair birçok detayı öğrenmemize imkan sağlayan, bu büyük sanatkarın bütün yönleriyle tanınması için büyük emekler sarfeden Uğur Derman, süt dayısı ile birlikte Necmeddin Okyay’ın yanına meşk talebinde bulunmak için gittiklerinde Necmeddin Hoca Uğur Derman’ı talebeliğe kabul eder bunun üzerine Uğur Derman’ın süt dayısı “borcumuz ne olacak hocam?” diyince Necmeddin Hoca şu cevabı verir; “Evladım biz bu sanatı parayla öğrenmedik ki parayla öğretelim.” Yine Uğur Derman Necmeddin Hoca’dan meşke başladığı ilk vakitlerde hocasına ikram cihetinde bir paket badem ezmesi yaptırır ve meşke giderken yanında götürür. Kapıyı çalar Uğur Derman’ı karşısında gören Necmeddin Okyay gülümseyerek konuşmaya başlar fakat mütebessim çehresi talebesinin elindeki ikramı görünce müteesifane bir simaya evrilir. “Evladım, sizi böyle şeyler getirmekten men ederim. Eğer ben bunları kabul edersem öğretişim hasbi olmaktan çıkar menfaat karşılığı olur” der.

Ölüm güzel şey budur perde ardından haber

Çok yönlü olması hasebiyle “hezarfen” olarak tarif edilen Necmeddin Okyay, 1910 yılından itibaren özenle biriktirdiği özel bir koleksiyona sahiptir. Bu koleksiyonun büyük bir kısmı 1960 yılında Topkapı Sarayı Müzesi’ne satılır, bir kısmı 1974’te Ziya Aydın’a geçer kalanlarsa 1977 yılında Türk ve İslâm Eserleri Müzesi ile Türkpetrol Vakfı’nda toplanmıştır. İmzasız hüsn-i hat eserlerinin kimlere ait olduğunu ve hangi yıllarda yazıldığını tahmin etmede pek mahirdir. Necmeddin Hoca o dönem ülke sathında konuşulan Türkçe’nin farklı lehçelerini çok güzel, latif bir edayla taklit edebilecek bir kabiliyete sahiptir. Bazı hoca ve arkadaşlarının konuşmalarını da jest ve mimiklerine varıncaya kadar büyük bir benzerlikle taklit eder. Kur’an-ı Kerim’i Üsküdar Ağzı ile muntazam, hakkıyla tilavet eder. Tiz sesi ve musiki bilgisi pek olmadığı halde makamata pek uygun yaptığı tilavetlerle halk arasında hayranlıkla tanınır ve dinlenir. Nüktedanlığıyla da bilinen Necmeddin Hoca ahir ömründe öğrencilerine koleksiyonerliğine atıfla “Yaşlılığımda da hastalık koleksiyoneri oldum” der. Büyük sanatkar, Kurra Hafız, Hattat, Kemankeş, Tuğrakeş, Mücellit, İmam-hatip, Ebru sanatçısı, Aherci, Koleksiyoner, marangoz kısacası hezarfen Mehmed Necmeddin Okyay 5 Ocak 1976 tarihinde Haydarpaşa Numune Hastahanesi’nde şairin dediği gibi “Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?” diyerek dünyasını değiştirir. Necmeddin Okyay’ın cenazesi kırk yıl imamlık yaptığı Yeni Vâlide Camii’nde öğle namazını müteakip kılınır. Cenaze namazından sonra Karacaahmet Mezarlığı’ndaki aile kabristanına defnedilir.