Türkiye’nin NATO’yu kurtardığı zirve: Madrid’de üçlü mutabakat

Türkiye, maliyet yönetebilen, fırsatı değerlendirebilen ve jeopolitiği çok iyi okuyabilen bir aktör. Bu bağlamda Kuzey Avrupa ülkelerine pozisyon değiştirtmeyi, bu ülkelerle yürüttüğü müzakere içinde başardı ve üstelik bu başarı NATO’nun işine yaradı ve İttifak tarihinin en ciddi dönüm noktalarından birinde önemli bir krizi aştı.

Haber Merkezi Yeni Şafak
İLLUSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM

Prof. Dr. Vişne Korkmaz

Nişantaşı Üniversitesi Öğretim Üyesi

Rusya Kırım’ı ilhak ettiği andan itibaren Moskova’nın Batı ile olan ilişkileri değişti. Hem Avrupalılar hem de ABD zaman zaman benimsediği Rusya’yı özellikle ekonomik iş birliği ve küresel ekonomiye bağlama aracılığıyla ehlileştirme siyasetini terk etti. “Öncelik Rusya’ya” diye özetlenen bu siyaset, aslına bakarsanız, Moskova’nın güvenlik kaygılarını çok merkeze de almıyordu. Örneğin Kremlin’in 1995’ten beri şikayetçi olageldiği başta NATO olmak üzere Batılı kurum ve normların Rusya’nın kabul ettiği nüfuz alanına doğru genişlemesi fikrinden, öncelik Rusya’ya verilse de vazgeçilmemişti. Ancak Rusya konvansiyonel olarak güçsüz olduğu müddetçe Moskova’yı provoke etmeden, Rusya’nın Batı kurumları ve hatta stratejileriyle uyumlu hareket etmesini sağlamanın, bu stratejiler için Moskova’nın ek maliyet çıkarmasını önlemenin mümkün olduğu düşünülüyordu. Bu nedenle NATO 1990’larda yeni ortaklar, yeni alanlar ve yeni misyonlarla kendini dönüştürür, ilgi ve eylem alanını genişletirken Rusya ile özel bir diyalog ve iş birliği mekanizması oluşturmayı da ihmal etmedi.

BATI VE DİĞERLERİNİN İLİŞKİSİNDE GERİ DÖNÜLMEZ DEĞİŞİM

Ancak Batı’nın bu stratejisi Rusya’nın tüm konvansiyonel zayıflıklarına rağmen Moskova’nın yakın çevresinde ve Batı’nın stratejik varlığını oluşturmakta zorlandığı alanlarda alan kontrolü unsurları kazanmasını engelleyemedi. Kırım’ın ilhakı ve Rusya’nın Ukrayna ve Kaliningrad üzerinden Trans-Atlantik alanda Doğu kanadı ve Baltıklara baskı yapmaya devam edecek görünmesi, 2014 Galler Zirvesi sonrasında NATO’nun özüne- yani ortak savunma ve caydırıcılığı güçlendirmeye- geri dönüş sinyalleri vermesini beraberinde getirdi. 2022’de Rusya’nın Ukrayna Savaşı ile işgal üzerinden Avrupa güvenlik mimarisini sorgulaması 2014’ten itibaren Batı ve Rusya ilişkilerinde başlayan dönüşümü nihayete erdirdi. Artık Madrid Strateji Kavramı’nın da açıkça gösterdiği üzere Rusya konvansiyonel ve nükleer kapasiteleri ile Trans-Atlantik dünya için en doğrudan ve ciddi tehdit. Madrid Zirvesi, bir yandan tehdidin adını koyarak başta NATO’nun Doğu Kanadı olmak üzere Rusya veya tampon bölgelerle sınır oluşturan alanlarda NATO Müdahale Gücü’nün büyük oranda güçlendirilmesi de dahil NATO caydırıcılığını kuvvetlendireceğini- ki hızla müdahaleye hazır 300.000 kişilik bir kuvvetten bahsediliyor, bu kuvvetin sayısının 1-3 ay arasında hazır olabilecek 500.000 kişiye yükselmesi de söz konusu- müttefiklerin bu yönde gerekli harcamaları yapma konusunda kararlı olduklarını vurguladı.

Diğer yandan Rusya tehdidini yeni güç rekabetinin içerisine oturtan bir anlayışla karşı karşıyayız. Bu noktada Çin Halk Cumhuriyeti’nin Batı’ya meydan okumasına yapılan vurgu ve ciddi bir rakip haline getirildiği gözden kaçmıyor. ABD’nin Avrupa ve Asya’da stratejik varlığını aynı anda hem Rusya hem de Çin’i sınırlandırmak için nasıl artırabileceği yönünde şüphe ifade eden analizler çıksa da ABD yönetiminin Madrid’de ortaya koyduğu, Washington’un Avrupa’ya savunma ve caydırıcılığı için gerekli stratejik katkıyı, Amerikan varlığını artırarak ve görünür kılarak vereceği yönündeydi. ABD’nin Baltıklar, Polonya ve Romanya’da bulundurduğu asker sayısı artacak, Yunanistan’a tank, İngiltere’ye F-35, İspanya’ya donanma, Almanya ve İtalya’ya Amerikan hava savunma unsurlarının takviyesi bekleniyor. Bütün bu hazırlıkların sürdürülebilir ve Asya’daki Çin’i sınırlama mücadelesi ile parelel zeminde götürülebilmesi için Washington’un sadece NATO dahilinde yeniden inşa edilmiş bir uyuma ihtiyacı yok, aynı zamanda ABD jeopolitiğin getirebileceği fırsatları da kullanmak zorunda. Bu çerçevede Madrid Zirvesi’nin en önemli getirilerinden biri Kuzey Avrupa kanadının Trans-Atlantik dünyanın Rusya’yı sınırlayacağı yeni cephelerden biri olarak açılmasıydı.

KUZEY AVRUPA NATO KANADI HALİNE GELİYOR

Kuzey Avrupa’nın Baltıkları da bütünleyecek şekilde NATO’nun bir parçası haline gelmesi hem düne kadar NATO içerisinde Barış İçin Ortaklık çerçevesinde katılımları dışında tarafsız olan iki Kuzey Avrupa ülkesinin- İsveç ve Finlandiya- stratejik kültürünü dönüştürüyor, hem de NATO’ya muhtemelen bir tırmanma sınırı haline gelecek Kuzey Avrupa-Rusya sınırı üzerinden Moskova’yı batıdan ve Baltıklardan sınırlama- hatta çevreleme- şansı veriyor. Kısaca, İsveç ve Finlandiya için büyük, NATO ve özellikle de NATO içerisindeki bazı ülkeler için (örneğin ABD, İngiltere, Norveç vb) daha büyük bir adım. Bu nedenle MAP/ Üyelik Eylem Planı’na giden süreç içerisinde NATO bürokrasisi ve NATO’ya üye olmak isteyen iki Kuzey Avrupa devleti Türkiye’nin bu üyelikler konusundaki itirazlarını ciddiye almak zorunda kaldı. NATO’ya yeni üye kabulünün açık kapı politikası ve NATO caydırıcılığına zarar vermeden işlemesi hep önemli olmuştur. Daha önce de NATO içerisinde yeni üye olacak ülkelere yönelik itirazlar olmuş, katılım protokollerinin hazırlanması ve onaylanması Kuzey Makedonya örneğinde olduğu gibi uzun yıllar almıştı. Doğası gereği NATO, güvenliğin bölünmez bütünlüğü prensibinden yola çıktığından tarihinde bir ilk sayılabilir; aday ülkeler üyelik sürecini açan katılım protokollerinden önce Türkiye’ye güvenlik taahhütlerinde bulundukları yazılı bir mutabakatı NATO çatısı altında gerçekleştirdiler.

ÜÇLÜ MUTABAKAT MUHTIRASI NATO İÇİN ÖNEMLİ

NATO Genel Sekreteri’nin NATO’nun Soğuk Savaş sonrası gördüğü ve görebileceği en ciddi krizlerden birini Dörtlü Zirve ve Üçlü Mutabakat ile aşmaktan mutluluk duyduğunu Zirve ve Mutabakat Muhtırası’nın imzalanması sonrası yaptığı konuşmadan anlıyoruz. Türkiye’nin kazanımlarına daha gelmeden bu muhtıranın NATO için iki açıdan önemli olduğunu söylemeliyiz. Öncelikle Türkiye, müttefiklerinin Türkiye’nin NATO güvenliğinin bölünmezliğinin parçası olduğu gerçeğini kabul etme konusunda yaşadıkları sıkıntı üzerine yeni olmayan ve terörle mücadele odaklı güvenlik endişelerini dillendirdi. Ancak içeriğinden bağımsız Türkiye’nin talebi şimdiye kadar özel bir güvenlik kültürü olan iki Kuzey Avrupa ülkesinin NATO’ya – bir askeri ve nükleer pakta- bağlanmanın getireceği dönüşümü gerçekleştirme siyasi kararlılığının sınanmasıydı. Bu noktanın özellikle Kuzey Avrupa kanadının bu ülkelerin üyelikleri sonunda üstleneceği sorumluluk düşünüldüğünde tüm NATO üyeleri için önemli olduğu bilinmeli. Dolayısıyla düne kadar Kuzey Barışı fikrini savunan, uluslararası ilişkilerde altı dolu ya da boş bazı normatif pozisyonların altını çizen iki ülkenin NATO’ya üye olmaya hazır olup olmadıkları sorgulanıyordu. Rusya’nın yarattığı baskı ve bu iki ülkenin liberal sistemin parçası olması NATO üyeliğinin kamuoylarında olumlu karşılanmasını beraberinde getirdi ama bunun ötesinde Stockholm ve Helsinki’nin bir pakt -üstelik çok da esnek olmayan askeri bir savunma paktı- içerisinde hareket etme kararlılığı şüphe konusu olmaya devam etti.

Bu açıdan önce Türkiye ile müzakereler, sonra Dörtlü Zirve’ye katılım ve nihayetinde Üçlü Mutabakat Muhtırası iki ülkenin kamuoyları ya da siyasi sistemleri hazır olsun olmasın NATO’nun parçası olarak siyasi kültürlerini dönüştürme konusunda siyasi olarak kararlı olduklarının işareti. Meselenin bu şekilde halledilmesinin NATO ittifak politikaları açısından önemini anlayabilmek için bağlantılı ikinci hususu da söylememiz gerekiyor. Soğuk Savaş sonrası dönemde NATO’nun 5. Madde dışı misyonlara yönelmesinin de bir sonucu olarak esnek hale geldiğiyle ilgili bir endişe bulunmaktaydı. ABD’nin tek yanlılığa verdiği önem, Trump dönemi politikaları hatta Biden yönetiminin Afganistan’dan çekilişi bu yöndeki eleştirileri daha da artırmış, bu eleştirilerin bir sonucu olarak görülebilecek Avrupa stratejik otonomi fikri gerçekleşmekten çok uzak olsa da NATO esnek hale geliyor mu sorusunun sorulmasına neden olmuştu. Bu sorunun temelinde NATO caydırıcılığıyla ilişkili şüpheden ziyade NATO üyelerinin NATO’nun güvenliğinin bölünmezliğine ve üyelerinin güvenliğinin teminat altına alınmasına bağlı olup olmayacaklarıyla ilgili endişe yatmaktadır. Bu açıdan üyelerin şüphe duydukları yerlerde diğerlerinden teminat alabildiklerini göstermesi bakımından Üçlü Mutabakat son derece önemli bir ilk adımdır. İsveç ve Finlandiya’nın bu mutabakatta verdikleri taahhütleri yerine getirmek için gerekli hukuki ve siyasi dönüşümü tamamlamaları ise bir zorunluluktur. Bu çerçevede Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın taahhütlerin yerine gelmemesi durumunda TBMM’de gerekli onay sürecinin katılım protokolleri için işletilmeyeceğini belirtmesi basit bir gözdağı değil, sürecin doğasının getirisidir.

TÜRKİYE NE KAZANDI?

Elbette üçlü mutabakat Türkiye için önemli bazı somut kazanımlar da getirdi. Öncelikle Türkiye’nin iki ülke ile müzakere süreci başlarken kendi güvenlik endişeleri ve teminat istekleri doğrultusunda iki hususun altını çizdiğini görüyoruz. Bunlardan ilki Türkiye’nin terörle mücadelesinde destek verilmesi -ki bu noktada PKK’ya yapılan desteğin kesilmesi. Bu düzlemde Türkiye, PKK’nın zaten terör örgütleri listesinde olduğu gibi bir cevapla karşılaşıyordu çoğunlukla dolayısıyla Ankara PKK’nın uzantıları kadar Türkiye güvenliği için risk oluşturan diğer terör unsurlarına da desteğin kesilmesini talep ediyordu. İkincisi ise Türkiye’nin savunma sanayine yönelik sınırlandırıcı tavrın ortadan kalkması. Bu noktada da Ankara S-400 alımı üzerinden -aslında yakında milli ve yerli üretim nedeniyle manasızlaşacak- suçlamalarla karşılaşıyordu. Bu iki hususun karşılığını Türkiye’nin mutabakatta aldığını görüyoruz.

NATO çatısı altında Türkiye sadece PKK ve uzantılarına destek vermeme taahhüdünü yazılı hale getirtmedi aynı zamanda iki Avrupa ülkesine ve iki NATO üye adayına PYD/YPG ve FETÖ’ye destek vermeme sözü de verdirdi. Diplomatik dilin orasından burasından dolanma teşebbüsleri siyasi nedenlerle zaman zaman olabilir ancak bu belgenin 4. Maddesi’nin ruhunun Türkiye ve iki Kuzey Avrupa ülkesinin güvenlik ihtiyaçları ve Türkiye’nin terörle mücadelesine verilen destek sözü olduğu unutulmamalı. Böylece mutabakat Stratejik Kavram içerisinde terörle mücadelenin güçlü bir şekilde (güvenlik güçlerine yönelik saldırıları da kapsayacak şekilde) yer almasıyla da uyumlu hale geldi. Aynı şekilde Türkiye savunma sanayiine yönelik sınırlamaların iki Avrupa ülkesi tarafından kaldırılmasını da Stoltenberg’in bir gazetecinin S400’lerle ilgili sorusuna verdiği cevapla birlikte okumak lazım. NATO Genel Sekreteri’ne göre müttefikler bazı konularda farklı düşünebilir ancak NATO güvenliğinin bölünmezliği konusunda farklı düşünme lüksleri yok, yani S400’ler konusundaki anlaşmazlık iki aday ülkenin Türkiye’nin güvenliğini ve savunma sanayini destekleme sözü vermesini engellemedi.

TÜRKİYE - NATO İLİŞKİSİNDE KAZAN-KAZAN

Bu açıdan Ankara’nın dirayet ve jeopolitiğin doğru okunması çerçevesinde yürüttüğü diplomasi iki konuda da emsal niteliği oluşturacak bir mutabakat muhtırasının önünü açmıştır. Türkiye bu muhtıranın gerçekleştiğini somut olarak görmek zorunda, süreci hem ortak mekanizmalar hem de ulusal mekanizmalar üzerinden izleyecektir. Ankara, şimdi elde ettiği emsal ile savunma stratejilerine uluslararası zeminde meşruiyet kazandırdığı gibi terör örgütlerine, terör örgütlerini ve Türkiye’nin dışlanmasını yakın coğrafyada var olmak için kullanan ülkelere de bir mesaj vermiş oldu: Buna göre, Türkiye, maliyet yönetebilen, fırsatı değerlendirebilen ve jeopolitiği çok iyi okuyabilen bir aktör. Bu bağlamda Kuzey Avrupa ülkelerine pozisyon değiştirtmeyi, bu ülkelerle yürüttüğü müzakere içinde başardı ve üstelik bu başarı NATO’nun işine yaradı ve İttifak tarihinin en ciddi dönüm noktalarından birinde önemli bir krizi aştı.