Nemanja Kusturica'nın yeni rezillikleri

Andricgrad taş kentinin inşâsı üzerine tartışmalar sürerken, bizim mürted Nemanja Kusturica ne diyor, kendisini nasıl savunuyor acaba? Tıpkı bundan iki yıl önce Antalya Havalimanı'nda Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ve yönetmen Semih Kaplanoğlu'na tehditler, hakaretler savurarak defolup gittiği gibi, tarihî kaleden taş alınıp alınmadığı iddiasını sormak üzere kendisine telefonla ulaşan gazetecilere de o her zamanki kabalığı eşliğinde, 'Canınız ne istiyorsa onu yazın, umurumda bile değilsiniz. İnşâ ettiğim anıtın ikinci bir soykırımı simgelediğini bile yazabilirsiniz. Tepkileriniz beni hiç ırgalamıyor' şeklinde küstahça cevaplar verdiğini öğreniyoruz beyimizin...

Ali Murat Güven Yeni Şafak
Nemanja Kusturica'nın yeni rezillikleri
alimuratg@yahoo.com

Nemanja Kusturica denilen sinemacı bozuntusunu artık hepiniz yakından tanıyorsunuz.

Evet, biliyorum; adamın belleğinize kazınan ismi bu değil elbette… Fakat, Hazret 23 Nisan 2005'de Karadağ'daki Savina Manastırı'nda İslâm'ı terk edip vaftiz edilerek Ortodoks Hıristiyanlığa geçmesinden beri -gençlik yıllarımızda kendisine sempati beslememize vesile olan- “Emir” ismini kullanmıyor. Ben de ancak gerçek bir Müslüman'a yakışacak bu soylu ismi ondan söz ederken inatla tekrarlayıp, böyle bir herifin bedeni üzerinde kirletmek istemiyorum açıkçası…

Önce, 1989-1995 Bosna İç Savaşı sırasında, doğup büyüdüğü topraklara görülmemiş bir ihanet sergileyerek sırt çevirmesi ve düşman saflarına katılıp Belgrad'a yerleşmesiyle kendisini sevip sayan Boşnak halkını şoke eden bu acınası ruh, sonrasında ise savaşın üzerinden yıllar geçmesine rağmen soykırım kurbanlarına, özellikle savaş sırasında ırzına geçilen Müslüman kadınlara karşı sergilediği türlü türlü saygısızlıklarla, yalnızca ülkesinde değil Avrupa'nın genelinde de itibarı yerlerde sürünen birine dönüşmüştü.

Yönetmenliğinin 1990'ların ortalarına kadarki ilk döneminde, sırtını iki büyük Balkan sanatçısına, Müslüman-Boşnak senarist ve şair Abdullah Sidran ile Katolik-Hırvat besteci Goran Bregovic'e yaslayarak filmlerinin senaryo ve müzik ayağını sağlam kazıklara bağlayan Kusturica, savaş zamanlarındaki mide bulandırıcı tutumu nedeniyle her iki kadim dostu tarafından dışlanınca, o gün bugündür eski günlerinin yanından bile geçemeyen bir takım oyunculuk ve yönetmenlik denemeleriyle gönül eyliyor; bizdeki ünlü tâbirle “sermayeden yiyor.”

Hatırlarsınız, Nemanja hazretleri iki yıl önce Antalya Altın Portakal Film Festivali'nin jüri başkanlığı koltuğuna oturtulmak istendiğinde, tamı tamına dört ay boyunca ısrarla, “Bu iş olmaz, olamaz. Böyle bir tercih, o savaşta katledilen 200 bin kişiye de, ırzına geçilen onbinlerce Müslüman kadına da açık bir hakarettir” diye yazmıştım. “Brokeback Mountain” günlerinden bu yana varlığımla kahırlarından ölecek durumda olan merhamet yoksunu bir kitle öyle debelendi olmadı, böyle debelendi olmadı, elhamdülillah bu “mikrobu” ülkemiz topraklarından en sonunda geri püskürttük.

O günleri hatırladıkça dişlerimi gıcırdatmama neden olan şey, karşımda hepsi biraya gelse cürümleri kadar yer yakacak olan toprağına/kültürüne düşman tipler değil de bunların iki kuruşluk ahbaplığından yoksun kalmamak, karşı mahallede kazandıkları bir kıçlık mevzîleri kaybetmemek için, aylara yayılan o sinir harbi sırasında “Neme gerek, uzak durayım bu tartışmadan” diyerek topa girmeyen (hattâ, benim gibi Müslümanca duyarlılıklarla hareket eden kardeşlerine karşı alttan alta diğer safta yer alan) bazı "tatlı su İslâmcıları"dır. Bunların hepsinin isimlerini belleğime ve kalbime silinmez bir şekilde kazımış durumdayım. Ahirette o kayıtlar çok lâzım olacak!

İşte, bundan iki yıl önce dönüş biletini eline vererek olması gerektiği yere geri gönderdiğimiz Nemanja alkoliği, geçtiğimiz günlerde Osmanlı ve İslâm mirasına yönelik yeni bir nefret gösterisiyle bir kez daha medyanın gündemine geldi.

Duyduk ki bizim mürted eleman, Bosna-Hersek'in doğusundaki Vişegrad kentinde, Sokullu Mehmet Paşa'dan yâdigâr, bu büyük devlet adamının Mimar Sinan ustaya yaptırdığı ünlü Drina Köprüsü'nün hemen yakınına, “Andricgrad” ismini yakıştırdığı tamamen taşlardan oluşacak hayalî bir kent yaptırmaktaymış. UNESCO'nun koruması altındaki Drina Köprüsü'nün dibinde, Sırp tarihinin çeşitli dönemlerini temsil edecek ve yan yana 50 taş binadan oluşacak “Andricgrad” projesi bütünüyle Kusturica'ya aitmiş ve temelleri de yine onun başkanlığındaki bir ekip tarafından 15 Haziran 2011'de atılmış.

İşte, son bir yıldır inşaat çalışmaları medyaya fazlaca yansıtılmadan sürüp giderken, bazı Boşnak çevre ve kent bilim uzmanları tezgâhın farkına varıp tepki göstermeye başlamışlar. Çünkü, bugüne kadar 11 bin metrekaresi tamamlanan ve yaklaşık 13 milyon Euro'ya mâlolacak kentin taşlarının büyükçe bir kısmının Bosna-Hersek'in Trebinye kentinde bulunan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dönemine ait Petrinya Kalesi'nden sökülerek getirildiği saptanmış. İşin ilginç tarafı, Boşnaklar projeye Drina Köprüsü'nün genel görüntüsünü ve o çevredeki İslâmî mimariyi bozacağı gerekçesiyle karşı çıkarken, Sırplar da söz konusu anıta tarihî kalenin taşlarının kullanılması nedeniyle tepki gösteriyorlar. Ağırlıklı olarak Sırp nüfusun yaşadığı Trebinye'de “tarihî miras” olarak kabul edilen Petrinya Kalesi'nden Andricgrad için beşer-onar taş bloklar sökülüp götürülmesi, bugünlerde bölgedeki yerel halk tarafından engelleniyor. Sırplar'ın henüz yirmi yıl önce taş üstünde taş bırakmaz iken, şimdilerde adım adım uygarlaşmaya başladığını görmek ne kadar da güzel!

UNESCO'nun Uluslararası Anıtlar ve Kültürel Miras Komitesi (ICOMOS) uzmanı ve İslâm İşbirliği Örgütü'nün baş mimarı Prof. Dr. Âmir Paşic, Petrinya Kalesi'nden taş alınarak kalenin harabeye çevrilmesinin bir tarih katliamı olduğunu vurgularken, Kusturica'nın yönetimine teslim edilen söz konusu projenin de bütünüyle politik amaçlı olarak tasarlanıp gerçekleştirildiğini söylüyor. 1990'ların başlarında Hırvat milislerince bombalanıp yıkılan tarihî Mostar Köprüsü'nün restorasyonunun da fikir babalarından olan Paşiç, “Boşnaklar'dan da, onların kararlılıkla sahip çıktığı İslâmî kültür mirasından da ölesiye nefret eden yönetmenin bir kez daha sinsi oyunlara giriştiğini ve Andricgrad taş kentinin inşâsının bütünüyle provokasyon olduğunu” haykırmakta…

Öte yandan, Bosna-Hersek'in ünlü akademisyeni Muhammed Filipovic ise Vişegrad'da fazla patırtı kopartmadan bitirilmeye çalışılan hayâlî taş kentin binlerce insanın kırılgan duyguları, tarih ve kültür bilinci üzerinde bir çeşit yeni şiddet dalgası oluşturduğunu ifade ederek, "Savaş döneminde soykırım yaşayan Vişegrad'da şu anda yapılanlar da bir bakıma o soykırımın devamıdır" sözleriyle tartışmaya katıldı. Andricgrad'ın inşâ edilmesiyle birlikte Vişegrad'ın tarihî yapısına tamamen aykırı bir unsurun kentin ortasına kondurulacağına işaret eden Muhammed Filipovic, "Kusturica öylesine kötü kalpli bir adam ki” diyor, “Bu projeyi de eski ülkesinden bir çeşit intikam almak için üstlendiğine adım kadar eminim. Kendisi, bir zamanlar ait olduğu, içinde doğup büyüdüğü Boşnak milleti ve ulusal tarihimizin Osmanlı-İslâm kültürü ile bezenmiş döneminden nefret ediyor. Bu dönemle hesaplaşma arzusuyla yanıp tutuşuyor. Oysa, bir başka önemli kültür mirasına zarar vererek yeni bir sanatsal değer inşâ etmek vandalizmdir."

Bu arada, ayrılıkçı söylemleriyle tanınan Sırp lider Milorad Dodik'in başkanlığını yaptığı aşırı sağcı SNSD partisine mensup Vişegrad Belediye Başkanı Tomislav Popovic'in ise Andricgrad projesinin duraksamadan devam edeceğini söyleyerek, Filipovic'in iddialarını doğrular nitelikte bir tutum takındığını görüyoruz.

Pekiyi ya, bütün bu tartışmalar sürerken, bizim Nemanja ne diyor, kendisini nasıl savunuyor acaba? Tıpkı bundan iki yıl önce Antalya Havalimanı'nda Kültür Bakanı Ertuğrul Günay ve yönetmen Semih Kaplanoğlu'na tehditler, hakaretler savurarak defolup gittiği gibi, tarihî kaleden taş alınıp alınmadığı iddiasını sormak üzere kendisine telefonla ulaşan gazetecilere de o her zamanki kabalığı eşliğinde, "Canınız ne istiyorsa onu yazın, umurumda bile değilsiniz. İnşâ ettiğim anıtın ikinci bir soykırımı simgelediğini bile yazabilirsiniz. Tepkileriniz beni hiç ırgalamıyor" şeklinde küstahça cevaplar verdiğini öğreniyoruz beyimizin

İşte, biz, daha doğrusu bizim adımıza Antalya Büyükşehir Belediyesi, Osmanlı'nın geride bıraktığı tarihî izler, onun ardılı konumundaki Türkiye, Türkler ve en önemlisi de İslâm'dan bu denli nefret eden, ona ilişkin sağda solda gözüne çarpan irili ufaklı her türlü kültürel mirası ortadan kaldırabilmek için Sırp efendileriyle cansiperâne işbirliklerine girişen bu sefil adamı getirip yarım asırlık Altın Portakal'ın seçici kurul başkanı yapacaktık. Üstelik, Hillside Su'da 7 yıldızlı bir konfor eşliğinde ağırlayıp, giderken de cebine birkaç yüz bin dolar harçlık koyarak…

Emin olun, sinema festivalleri tarihinde böylesine acıklı bir aşağılık kompleksi görülmemiştir.

Dahası, bu henüz hiç bir şey değil… Kalıbımı basarım ki Nemanja sinemacılıktan ümidini tamamen kestiğinde yeni ülkesi Sırbistan'da aktif politikaya atılıp milletvekili adayı olacak, ülkedeki en ırkçı partiden milletvekili seçilecek ve sonrasında da o topraklarda kalan bir avuç Müslüman'a doyasıya eziyet eden, hiç bir şey yapamasa bile onları sözleriyle aşağılayan, aklına her geldiğinde Meclis kürsüsüne çıkıp oradan toplumuna öfke ve ayrımcılık saçan katıksız bir faşiste dönüşecek. Çünkü, yüreğindeki nefret artık iyice yüzüne vurmuş nursuz birinden söz ediyoruz.

O günler geldiğinde, televizyonda bazı röportajcılar benim direnişime atıfta bulunup, “Yahudi asıllı Fransız düşünür Bernard Henry Lévi de bu adamın omurgasız biri olduğunu söylüyor ama” tarzında cümleler sarfettiklerinde, sonuna kadar açılmış öfkeli gözlerle “Bana Lévi'den söz etmeyin yahu, Lévi de kim oluyor ki!” diye canını dişine takarak Kusturica savunuculuğu yapan “bilimsel sosyalist” SİYAD Başkanı ve aynı bilimsellikteki sevgili kankalarına göndereceğim o ırkçı konuşmaların metinlerini…

Rahatsız olur mu bilemem. Bence olmaz. Çünkü, baş kankası bir meslektaşına hakaret ettikten sonra ülkenin yegâne sinema yazarları meslek örgütünün başındaki adam olarak kılı bile kıpırdamadı. O ekibin böyle konularda hazmı oldukça geniştir. Ne de olsa “kürtaj” diye bir seçenek var. Kusturica'nın da dediği gibi, Boşnak kadınlar tecavüze uğramışlarsa kürtaj yaptırırlar, olur biter!

Sonuç olarak, bu tek sesli, tek bakış açılı piyasadaki varlığımla, şimdiye kadar olduğu gibi şimdiden sonra da hem o cenahtakilerin, hem de bizim mahallemizdeki bazı yalama olmuş tiplerin canını bolca sıkacağım kesin…

Bu da yaz aylarına büyük bir keyifle girmek için ziyadesiyle yeterlidir.

* * *

Konuya ilişkin geçmişteki yazılarımızdan bir demet:

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/Default.aspx?i=23560&y=AliMuratGuven

http://yenisafak.com.tr/Sinema/?i=274649

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=24291&y=AliMuratGuven

http://yenisafak.com.tr/Sinema/?i=281353

http://yenisafak.com.tr/Yazarlar/?i=27587&y=AliMuratGuven

* * *

DİPNOT 1: Geçtiğimiz haftaki sayfamızda yer alan “Bir Western Başyapıtını 8 Dakika 29 Saniye Kısaltmak” başlıklı köşe yazımın -tamamen benden kaynaklanan editoryal bir hata sonucu- internete taşan ikinci bölümü eksik şekilde yayımlandı. Bu hatamı da ancak günler sonra, bazı dikkatli okurlarımın uyarısıyla fark ettim.

Amerikan sinema tarihinden 40 küsur yıllık bazı ilginç belge ve bilgilere dayanan bu arşivlik yazıyı geçen hafta okuyup da “Bu adam, lafını tam ortasında niye kesti şimdi?” diye düşünenler arasındaysanız, söz konusu metin an itibarıyla eksiksiz bir versiyonuyla internet sitemizin “sinema haberleri” bölümünde yayındadır. Zihinsel yorgunluğumdan kaynaklanan bu aksaklık için bütün okurlarımdan özür dilerim.

* * *

DİPNOT 2: Tam bir yıldan bu yana, hastalık, yurt dışı görev gezisi, Umre gibi birer günlük üç-beş sekme haricinde, hem cumartesi ekimize, hem de pazar günkü ana sayfamıza aralıksız olarak yazılar ve haberler üretiyorum. Dikkatli okurlarımın da iyi bildiği üzere, gazeteye sinema ağırlıklı üretimim yalnızca bu sayfaya giren malzemelerle sınırlı değil. İnternet sayfalarımızı azamî bir verimle kullanma gayreti içinde, baskılı nüshada gördüğünüzün iki katını da sanal âleme aktarmaktayım. Böylelikle, kabaca bir hesapla, son bir yılda 250-300 gazete sayfasını kaplayacak kadar yazılı malzeme üretmişim.

Önceki hafta, sıcaklığın gölgede 50 dereceyi bulduğu hızlandırılmış bir Umre ziyareti yaptım. Üstüne de gelir gelmez, nefes almaya bile fırsat bulamadan evimi taşımaya giriştim. Evet; 4 yıldır yaşadığım Beykoz-Kavacık”a vedâ ediyor, “medeniyet tasavvurumun” daha bir gelişeceği, ultra-entelektüel İslâmcılar beldesi olarak tanınan Üsküdar-Çengelköy'e taşınıyorum. (Gerçi yeni muhitim bir de küçük boylu, sevimli ve lezzetli hıyarlarıyla tanınıyor, fakat şu anda konumuz o değil!)

Velhasıl, şu fânî hayatta bu kadar avâmîlik yeter artık… “Caizin karnı geniştir, intihar bazı insanlar için doğal bir haktır” diyenler ve onlara râm olanların üs kurduğu bir semte yerleşerek kendimi entelektüel ve imânî açıdan biraz daha geliştirmeye çalışacağım. Tabiî, bu çeşmeden herkes kendi çapı kadar nasiplenir. Benim gibi Mecidî, Bresson ve Tarkovski dışında başka yönetmenleri de sevme cür'etini gösteren, ortaya koydukları çalışmalarda her ne kadar eksiklikler olsa bile Müslüman sinemacıları var gücüyle destekleyen kifayetsiz bir kişilik bu saatten sonra ne denli yontulabilir, zaman içinde hep birlikte göreceğiz. Ben en azından koltuğumun altında Kafka ve Nietzsche kitaplarıyla, ünlü “Çınaraltı” kahvesinin herkes tarafından görünür bir noktasına üslenerek olaya kestirme bir yerlerden girmeyi planlıyorum. Gerçi, o külliyatı baştan aşağı devireli ve sonunda yine dönüp dolaşıp Kur'an ile Gazalî'ye baş koyalı en az bir 20 yıl oluyor. Fakat olsun, fazla entellik göz çıkarmaz, öyle değil mi?

Her neyse, gırgırı bırakıp sadede gelelim. Zaten son yıllarda “içeriden” düşmanlarımızın sayısı karşı mahalledekilerin üç-dört katına ulaştı, ortalık gıybet ve hasetten geçilmiyor. Bütün bu güruhun üstüne de yeni yeni müslüman hasımlar kazanmaya hiç gerek yok.

Geçen gün batıl inançlarım ayaklandı, bir kurşun döktüresim geldi. Aman Yarabbi! Kafamın üzerindeki su tasında oluşan kurşun yumrusu resmen binlerce ok yiyen bir savaşçı gibiydi. Kurşuncu kadın bana “Sen nasıl olup da hâlâ ayakta durabiliyorsun be oğlum?” dedi şaşkınlık içinde… Ben de kıs kıs gülerek, ona cebimdeki küçük Kur'an'ı gösterdim.

Evet; işin doğrusu, cidden çok yoruldum. Üstelik bir de gelecek hafta sonu taşınması gereken tıklım tıkaş dolu bir evim var. O yüzden, 25 Haziran Pazartesi gününden 27 Temmuz Cuma gününe kadar yıllık iznimi kullanmak üzere bütün okurlarıma önce keyifli bir yaz tatili, ardından da huzurlu bir Ramazan ayı diliyorum.

29 Temmuz Pazar günkü sinema sayfamızda yeniden buluşabilmek dileğiyle, hepiniz Yüce Allah'a emanet olunuz.