|

''İmam Hatipleşme dalgası'' iddiasının dayanağı yok

4+4+4 sisteminin yasalaşması ve uygulamaya konması ile birlikte, bazı odaklar, kendilerinden beklendiği üzere ilköğretim ve liselerde ''İmam Hatipleşme Dalgası'' başladığı iddiasıyla ortalığı ayağa kaldırdı ve durumdan politik rant devşirme operasyonu başlattı. Bu gerçekliği olmayan bir iddiadır.

Enver Alper Güvel
00:00 - 18/09/2012 Salı
Güncelleme: 21:12 - 17/09/2012 Pazartesi
Yeni Şafak
''İmam Hatipleşme dalgası'' iddiasının dayanağı yo
''İmam Hatipleşme dalgası'' iddiasının dayanağı yo

4+4+4 sisteminin yasalaşması ve uygulamaya konması ile birlikte, bazı odaklar, kendilerinden beklendiği üzere ilköğretim ve liselerde İmam Hatipleşme Dalgası başladığı iddiasıyla ortalığı ayağa kaldırdı ve durumdan politik rant devşirme operasyonu başlattı. Eğitim gibi özel uzmanlık gerektiren bir konunun politik rant devşirme girişimlerinin aracı haline getirilmesi ve çocuklarını okula gönderme heyecanı yaşayan anne babaların daha ilk adımda kafalarının karıştırılması; birçoğunun çocuğunda gelişme geriliği olduğu gerekçesiyle rapor almaya yönlendirilmesi son derece yanlış. Ancak bundan daha vahimi, 4+4+4 sisteminin ilköğretim ve liselerde İmam Hatipleşme Dalgası başlattığı iddiası oldu. Nitekim, hiçbir dayanağı olmayan bu iddianın etkisinde kalan bazı vatandaşlar, okullar önünde protesto eylemlerinde bulundu. Toplumsal gerilimin yükseldiği bir bölgede durumu fırsat bilen provokatörler harekete geçerek bir protestocu vatandaşın evini kurşunladı.

ÖZGÜR TERCİHLERE SAYGI DUYULMALI

Tek sermayeleri safi zihinleri karıştırmaktan ibaret olan politik rant kollayıcılar ile provokatörlere fırsat verilmemesi ve yanlış anlamalardan kaynaklanan toplumsal gerilimin düşürülmesi açısından konunun, farklı sosyo-politik kesimleri temsil eden katılımcıların görüşlerine açık bir platformda tartışılması son derece önemlidir. Bu tartışma platformunun sağlıklı bir şekilde çalışabilmesi için atılacak ilk adımlardan biri, belki de, kafasının arkasında politik ya da ekonomik bir hesabı olmamakla birlikte, henüz totaliter-otoriter Tevhid-i Tedrisat''ın çizdiği zihinsel kalıpları aşabilecek olgunluğa ulaşamadığından dolayı iddiaların etkisi altında kalan kesimlerin doğru bilgiye ulaşmasını sağlayabilmektir.

Eğitimi, Tevhid-i Tedrisat Kanunu''nun öngördüğü anlamda ''tektip'' insan yetiştirme programı olarak anlamış ve kanıksamış, sekiz yıllık zorunlu eğitim gibi son derece çağdaş bir programı ''insan formatlamanın'' ve bu formata uymadığına inandıkları İmam Hatip Liseleri''nin kökünü kazımanın bir fırsatı olarak görmüş bir zihniyetin, öğrencilere hiçbir hak kaybına maruz kalmaksızın İmam Hatip Liseleri''nde eğitim görme seçeneğini ve normal liselerde de inancını doğru öğrenmesini sağlayacak bazı seçmeli dersleri alabilmesini sağlayan 4+4+4 sistemini, hükümetin kitleleri ve özellikle de gelecek nesilleri ''endoktrine'' etmek (formatlamak) istediği şeklinde algılaması ihtimal dahilindedir.

Zira ilk eğitim çağlarından itibaren totaliter-otoriter bir formatla şekillendirilen bu zihinler, mutlak mantık modeline uygun bir akıl yürütme yoluyla ulaştıkları ''aklın yolu birdir'' önermesine dayandıklarından, düşünme yöntemleri son derece basitleştirici ve genellemecidir. Bu güruh, olgulara ''kendinden bilme'' yöntemini uygulayarak şöyle düşünür: ''Biz, iktidarda olduğumuz dönemde eğitimden dinsel motifleri tamamen kazımak için elimizden gelen zorbalığı yaptık. Tekrar iktidara gelsek yine yaparız. Öyleyse, şimdi iktidar gücünü eline geçiren AK Parti de eğitimi dinsel motiflerle techiz ederek kitleleri zorla dindarlaştırmaya, muhafazakarlaştırmaya girişecektir.''

İZTEMEZÜKÇÜLERİN FERYADI

Gerçekten de AK Parti iktidarı dönemi boyunca gerçekleştirilen kurumsal ve hukuksal düzenlemeler gözardı edilerek sadece lafza takılıp kalınması bu tür yanlış anlamaları ya da saptırmaları mümkün kılabilecektir. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti''nin son dokuz yıllık döneminde eğitimden yargıya, ekonomiden siyasete ve hukuka kadar her alanda gerçekleştirilen reformların arka planındaki temel paradigma incelendiğinde, bu tür yanlış anlamaların ve saptırmaların son derece temelsiz olduğu ve iyi niyet taşımadığı açıkça görülecektir. Zira, kim ne derse desin, AK Parti dönemi, bürokratik oligarşinin ve işbirlikçi politikacıların bütün muhalefetine ve istemezükçülüğüne rağmen her düzeyde bireysel farklılıkların ve çeşitliliklerin önünün açıldığı bir dönem olmuştur.

Öncelikle sivil hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasına yönelik bu açılım süreci, etnik ve kültürel motiflerin bütün zenginliğiyle sosyal hayatımıza, ekonomik ve politik sektörlere yansımasıyla sonuçlanmıştır. Bugün, herkes etnik ve kültürel kimliğini gizleme baskısı duymaksızın sosyal, ekonomik ve politik alanda her tür meşru girişimde bulunabilme güvencesine sahip olduğunu açıkça görmektedir. Hiç kimseye bir etnik, dinsel ya da kültürel kimliğin dayatılması söz konusu dahi değildir. Hristiyanlar, Yahudiler, farklı mezheplere sahip Müslümanlar, diğer dinlerin mensupları hiçbir dönemde olmadığı kadar rahat bir özgürlük ortamında sosyal, ekonomik ve politik hayatlarını sürdürebilmektedirler. Bütün bunlar gözardı edilerek, örneğin sadece Sayın Erdoğan''ın bir konuşmasındaki "hedefimiz, muhafazakar ve dindar nesiller yetiştirmektir" ifadesinin cımbızla çekilmesi ve sanki AK Parti''nin gizli ajandası yakalanmış gibi bir üslupla manşetlere taşınması, abartılı bir şekilde büyütülmesi, suçlayıcı köşe yazıları yayınlanması en hafif deyimle, bilimsel olmaktan çok ideolojiktir.

Öte yandan, ''muhafazakar ve dindar nesiller yetiştirilmesi'', eğer gerçekten böyle bir hedef var ise, zannedilenin ya da bazı köşe yazılarında iddia edilenin aksine devlet eliyle gerçekleştirilebilecek bir ideal de değildir. Devletin sosyal ve ekonomik hayat üzerine abanmasının tahrifkar ve tahripkar sonuçları hafızalarımızda bütün tazeliğiyle mevcudiyetini sürdürmektedir. Devlet gücünün bir de din ve dindarlık adına dayatılması, kitlelerin devlet eliyle dindarlaştırılmaya çalışılması, kitleleri dindarlaştırmak bir yana bilakis dinsel değerlere zarar verecektir. Sayın Erdoğan''ın ve ekibinin bunun olumsuz etkilerini fark edemeyeceği düşünülemez.

Özellikle de eğitim sektörünün ekonomik niteliğinin öne çıkmaya başladığı, ulusal ve küresel rekabet baskısı altında öğrenci çekebilmek için yeniden yapılanmaya yöneldiği, özel eğitim kurumlarının sayısının hızla arttığı bir süreçte eğitim müfredatının merkeziyetçi ve kısmen de ideolojik içerikli bir ''ders programı'' olarak dayatılması da kabul edilemeyecektir. Zira bu durum piyasa koşullarında kâr güdüsüyle rekabet eden özel eğitim kurumlarının, liselerin ve üniversitelerin akredite edilmesini zorlaştıracak, küresel rekabet gücünü sınırlandıracaktır. Haliyle bu kurumların, öncelikle küresel rekabet güçlerini artırıcı bir eğitim stratejisi geliştirme özerkliğine sahip olması, ekonominin ve çağdaşlığın bir gereğidir.

KEYFİ ENGELLEMELER SINIRLANDI

Bu çerçevede, sivil hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması, devlet kurumlarının sosyal ve ekonomik hayata müdahale edemeyecek yönde reforme edilmesi, hukuksal düzenlemelerle bireysel farklılıkların ve çeşitliliklerin önünün açılması, eğitim sektörünün ekonomik niteliğinin öne çıkması ve hem ulusal hem de uluslararası rekabet güçlerinin baskısı altında yeniden yapılanması bir bütün olarak değerlendirildiğinde, ''muhafazakar ve dindar nesiller yetiştirilmesi'' ancak sivil toplum kuruluşları ve enformel kurumlar aracılığıyla başarılabilecek bir ideal niteliğinde görünmektedir.

Dolayısıyla 4+4+4 sistemi ile isteyen öğrencilerin hiçbir hak kaybına maruz kalmaksızın İmam Hatip Liseleri''ne kaydolma imkânı yakalamasını ve normal liselerde de inancını sağlıklı öğrenmesine katkı sağlayabilecek bazı dersleri seçebilme fırsatını, birtakım değerlerin tepeden inme ve keyfi olarak dayatılması yerine öncelikle toplumun tarihsel süreç içinde şekillenmiş kültürel değerlerinin, dinsel inançlarının, örf ve adetlerinin, geleneklerinin yaşatılması, tanıtılması ve özgürce yaşanması için çaba gösteren sivil toplum örgütlerinin, gönüllü kuruluşların ve enformel kurumların önündeki keyfi engellemelerin ve sınırlam aların kaldırılması ideali olarak anlamak gerekmektedir. Sivil toplum bünyesinde kendiliğinden bu değerlerle yetişmiş insanların formatlanmış sayılamayacağı ve küresel rekabet sürecinde en değerli üretim faktörlerinden biri olan ''sosyal sermaye''nin artması anlamına geleceği kayda alınması gereken önemli bir husustur. Bu, dünyanın ve Türkiye''nin geleceği olan ''özgür toplum'' paradigmasıyla daha tutarlı bir yorum olacaktır.

* Prof. Dr., Çukurova Üniversitesi Öğretim Üyesi


12 yıl önce