|
Kuyudan taş çıkarmanın ayartıcı cazibesi

Türkiye''nin Malezya olma ihtimali sorusuna muhatap olan Türkiye''nin en iyi sosyal bilimcisi biraz kendi sağduyusuna güvenerek müracaat etse belki “ne alakası var kardeşim?” şeklinde çok daha sağlıklı bir tepki vererek işin içinden yara almadan çıkmış olurdu.

Bilim tahsilinin galiba en büyük handikaplarından birisi insanı sağduyu bilgisinden uzaklaştırıp bütün bilgiyi biraz metodolojik yaklaşımların uzun ve gereksiz yollarına saptırması olmaktadır. Yoksa verdiği cevap bu metodolojik bilginin ezberleri açısından hiç de yanlış değil. Hele postmodern aşamalarını yaşadığımız bu dönemlerde “her şey olabilir” demek kadar olağan bir tutum olamaz. Türkiye''nin Malezya olma, Türkiye''ye demokrasi veya Şeriat gelme, hatta Amerika''nın İran olma ihtimali de bu teorik olasılıklar cihetinden yok sayılamaz. Aslında bilimsel yöntemin mantığı açısından bakıldığında boşluğa bırakılan bir cismin yere düşeceği de kesin olarak söylenemez. Şu ana kadar gözlemlediğimiz bütün cisimlerin yere düşmüş olması bile bize mantıksal olarak bir garanti vermez.

Ancak bilimsel faaliyet sadece bilimsel yöntemin mantığıyla yapılamıyor. Hatta doğrusu, bilim felsefesi alanındaki bazı tartışmalara (mantıksal pozitivizm, Popper, Feyerabend) takıldığı takdirde ve bilimsel faaliyet sağduyu bilgisiyle birleştirilmediği sürece bir adım bile yol gidemez.

Türkiye''nin Malezya olması da bilimsel yöntemin sınırları içinde kalınarak ve “böyle bir ihtimal yok sayılamaz” denilerek geçiştirilecek türden bir soru değildir aslında. Bu şekilde geçiştirilince bu ihtimal siyasetin veya “organize işler”in belirlediği zorunlu istikamete girmekten kurtulamaz.

Mahalle baskısı kavramı ise, kabul edelim ki, ister gazetecilik açısından ister sosyolojik bilgi üretimi açısından, son derece başarılı bir sonuç olmuştur. Ortaya atıldığı günden beri konu üzerine düşünmeyen ve konu üzerinde kendi tutumunca tartışmaya katılan neredeyse kimse kalmadı. Tartışmaya en son katılanların bu konudaki isteksizliğine ve bu tartışmaya tepeden bakan, “kim çıkardı şimdi sabah sabah bu saçma sapan tartışmayı” havasındaki tutumlarına bakmayın. Tartışma tam da budur.

Bütün tartışmalar biraz da kuyulara atılan taşların çıkarılması şeklinde cereyan ediyor zaten. Kuyulardaki taşları çıkarmanın mutlaka ayartıcı bir cazibesi vardır. Bu vesileyle herkes daha önce defalarca karşılaştığı siyasi veya entelektüel hasımlarıyla yeni bir raunt fırsatı ele geçirmiş olmanın iştahını yaşıyor.

Mahalle baskısı kavramında saf tutanlara ve saf tutarken söylediklerine bir bakın mesela, yakın zamanlara kadar kabak tadı vermiş “yaşam tarzına müdahale” tartışmasının, bütün argümanlarıyla ve bütün taraflarıyla bir tekrarı gibidir. Yaşam tarzına müdahale konusunda ortaya çıkan durumlar karşısında tutarlı bir tartışma sürdürmek iyice zorlaşmıştı. Yaşam tarzı tehlikesi konusunda tartışma ilerledikçe ortaya çıkan daha açık gerçek, gelecekte bazı yaşam tarzlarına müdahale “sadece mantıksal bir ihtimal” iken diğerlerinin hayatlarına müdahale fiili bir gerçek imiş. Onlar başörtülü diye üniversitelerden ve hayatın her tarafından dışlanmakta, esas o “ötekiler” sürekli müdahale altında yaşamaktadırlar. Tartışmalar esnasında bu gerçekler açığa çıktıkça, bu konudaki argümanların sürdürülmesi iyice zorlaşmış olmalı. Mahalle baskısı söyleminin bu kesimlerde bir anda bu kadar alıcı bulmasının bir sebebi de bence bu.

SİTERİL HAYATLAR

Diğer yandan ne kadar organize işlerce kullanılmış olursa olsun mahalle baskısı etrafındaki tartışmaların mahalleye ilgiyi yöneltmiş olmasının bu tartışanın en önemli kazanımlarından biri olduğunu tekrarlamak istiyorum. Mahallenin veya yeni kent ortamındaki mekânın nasıl düzenlendiği, bu mekânlardaki insan ilişkilerinin nasıl kurulduğu üzerinde daha sadra şifa araştırmaların bu vesileyle tetikleneceğini düşünüyorum.

Ama bu konu açılmışken yeni çıkmış bir araştırmadan da bahsetmek istiyorum. Selçuk Üniversitesi Sosyoloji bölümünden Dr. Köksal Alver''in Hece Yayınlarından çıkan “Siteril Hayatlar: Kentte Mekansal ayrışma ve güvenlikli siteler” başlıklı nefis kitabı keşke mahalle konusundaki tartışmalar esnasında biraz daha fazla dikkate alınmış, yok bunu geçtim, biraz daha fark edilmiş olsaydı.

Alver, zengin ve yoksulun, Müslüman ve gayrı müslimin, farklı meslek ve statü gruplarının hep birlikte yaşadığı ve birbirleriyle çok farklı bir sosyal ilişki kurdukları mahalle mekânının yerini nasıl güvenlikli sitelerin aldığını çok güzel bir sosyolojik performansla anlatıyor.

Güvenlikli siteler, mahallenin o alabildiğine insani ve organik kontrolünün yerine tamamen güvenlik birimlerinin profesyonel kontrollerini ikame eden bir yapıya sahiptir. Okullar, üniversiteler veya askeri bölgelerin hepsinin aynı mantıkla nizamiye kapısından girilip çıkılan ve etraflarından yalıtılarak sterilize edilmiş mekanları, sokağın ve mahallenin yerine hızla ikame olmaktadır.

İnsanları mahalleden kaçırarak siteril mekanlara sıkıştıran süreci dikkatle incelemek gerekiyor. İnsanlar bu siteril ortamlara mahalleden çıkarak kendileri geliyorlar. Büyük çoğunluğu mahalleyi özlüyor, ama zaten geldikleri mahallenin mahalle özelliğini kaybetmiş olduğunu da söylüyorlar.

Buna mukabil, hepsi de güvenlikli site ortamlarında gönüllü olarak kurdukları yeni, kapalı ortamların özenle işlenmiş kurallarını işletmeye devam ediyorlar.

Siteril ortamlarda baskı mı? Bunu da anlayabilirsek, dönüp mahalleye rahmet gözüyle bakacağımıza emin olabilirsiniz?

17 yıl önce
Kuyudan taş çıkarmanın ayartıcı cazibesi
Fazilet"in Amerika"yı keşfi
Ne olacak bu anne babaların hali?
Seçim sonrası ekonomide manzara nasıl?
Amerikan siyasetinin İsrail ‘trajedisi’
Jeopolitik sürpriz: ABD, Rusya ve İsrail nasıl anlaştı?