|

Gazeteciliğim hamallığım oldu

Tarık Buğra’nın lise yıllarından itibaren en büyük hayali yazar olmaktır. Hayalinin peşinde koşan ve yazdığı Küçük Ağa romanıyla bu başarıyı yakalayan Buğra aynı zamanda Babıali’de de 45 yılını geçiren bir gazetecidir. Ama o gazetecilik mesleğini hiçbir zaman benimsemez ve şöyle der: “Gazeteciliğim benim hamallığım oldu köşe yazarlığı dahil ve edebiyatçılığıma mecburi ihanetim oldu.”

Ayşe Olgun
04:00 - 12/09/2018 Çarşamba
Güncelleme: 18:25 - 11/09/2018 Salı
Yeni Şafak
Gazeteciliğim hamallığım oldu
Gazeteciliğim hamallığım oldu

Tarık Buğra’nın doğumunun 100. Yılına hediye olarak Ötüken Yayınları arasında iki önemli kitap geçtiğimiz günlerde okurla buluştu. Mehmet Tekin tarafından hazırlanan Tarık Buğra-İtaatsiz Bir Taşralının Entelektüel Portresi adlı biyografi kitap Tarık Buğra üzerine yapılmış en kapsamlı çalışma diyebiliriz. Bir diğer kitap ise daha önce Çizgi Yayınları arasında çıkan ancak şu an piyasada olmayan yine Mehmet Tekin imzasını taşıyan Edebiyatın Yolları Taştan Tarık Buğra ile Söyleşiler adını taşıyor. Tarık Buğra ile ilgili yapılmış söyleşilerin toplandığı ikinci kitap Buğra’nın siyasi ve edebi kimliğini ortaya koyarken aynı zamanda topluma ve yaşadığımız çağa nasıl baktığını da gözler önüne seriyor.

100. Doğum yılını sessizce geride bırakırken Mehmet Tekin’in büyük bir titizlikle hazırladığı biyografi kitap Tarık Buğra okurları için oldukça önemli. İçinde ilk kez yayınlanan mektuplar, notlar, anılar, eşinin yazdığı ayrı bir bölüm ve aile albümünden fotoğraflar var. Kitabı okurken sadece edebiyatın farklı alanlarında çok önemli eserlere imza atan bir yazarın portresiyle karşılaşmıyoruz aynı zamanda 1930’lu yıllardan bugüne edebiyat dünyasındaki dostluklara, hayal kırıklıklarına, kırgınlıklara ve çekişmelere de şahit oluyoruz. Kitaptan yola çıkarak biz de Tarık Buğra’nın 76 yıllık hayat hikayesini okurları için kaleme aldık:

KÜLLÜK ve EDEBİYAT MUHİTİ

Aslen Erzurumlu Mehmet Nazım Bey ile Akşehirli Tahiroğullarından Nazike Hanım’ın oğlu olan Süleyman Tarık Buğra 1918 yılında Akşehir’de doğar. Akşehir’de ağır ceza reisliği yapan ve daha sonra Anadolu’nun değişik illerinde görev yapan babasının aynı zamanda edebiyat ve siyasetle olan bağı Buğra’nın ilgi alanları şekillendirmesinde etkili olmuştur. İlkokulu Akşehir’de bitirdikten sonra İstanbul Erkek Lisesi, Haydarpaşa Lisesi ve Konya Lisesi’nde orta eğitimini tamamlar. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne kaydını yaptıran Buğra oldukça başarılı bir öğrenci olduğu halde okula gitmek yerine o dönem yazarların buluşması adresi olan Küllük’te vakit geçirmeyi tercih eder. Tıp Fakültesi’nden hukuk fakültesine askerlik dönüşü de yakın arkadaşı Ahmet Ateş’in zoruyla İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne kaydını yaptırır. Ancak Tarık Buğra’nın en büyük hedefi yazar olmaktır bu yüzden kaydını yaptırdığı okulları bitirmek için çaba sarf etmez. Bu arada Küllük’teki ortamdan dolayı pek çok hocasıyla arkadaşlık kurar. Küllük onun hayatında önemli bir yer edinir. Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mükrimin Halil İnanç, Mahmut Kemal İnal, Fuat Köprülü gibi önemli bilim ve edebiyat dünyasından isimlerle bu mekanda tanışır. Hatta bir dönem okula gitmediği için yurttan atılınca geceleri Küllük’te kalmaya başlar. Beş parasız, evsiz kaldığı bu günlerde en büyük hayali yazar olmaktır. Bir yandan da yazmaya devam eder. Askerdeyken yazdığı piyeslerden birini Ankara Radyosu’na gönderir ve burada kabul görür. Ama onun asıl hayatını değiştiren eseri Oğlumuz adlı hikayesidir.

OĞLUMUZ KAPILARI AÇAR

Asker dönüşü kaydını yaptırdığı Türkoloji bölümünde hocası Mehmet Kaplan’ın önderliğinde Zeytin Dalı adlı bir dergi çıkarırlar. Dergide hikayeleri bölümün öğrencilerinden Jale Baysal yazmaktadır ancak tatile gitmiştir. Bunun üzerine Kaplan, Tarık Buğra’dan dergi için hikaye yazmasını ister ve Buğra birkaç saat sonra yan sınıfta yazdığı Kekik Kokusu adlı hikayesiyle gelir. Ancak Kaplan hikayeyi beğenmez bunun üzerine üzülüp, hırslanan Tarık Buğra o gece “Oğlumuz” adlı hikayeyi yazar. Hikayeyi Kaplan çok beğenir ama Buğra bu hikayeyi dergiye vermek yerine Cumhuriyet Gazetesi’nin düzenlediği hikaye yarışmasına gönderir. Gazeteyi ziyareti sırasında hikayesinin birinci olduğunu ve kendisine bin lira parayla birlikte altın bir dolma kalem vereceğini öğrenir ve çok sevinir. Ama bu sevinci kısa sürer ertesi gün gazetede ikinci olduğu yazıyordur. Ödülünü alamasa da bu hikaye Buğra’nın edebiyat dünyasında üne kavuşması için açılan kapı olur. Yusuf Ziya Ortaç kendisine bir mektup yazarak Çınaraltı dergisinin her sayısına hikaye göndermesini ister. Hikaye başına 15 lira ödenecektir ve dönemin en ünlü hikayecisi Sait Faik Abasıyanık’a ödenen miktar 7.5 liradır. Bu dergide hem hikayelerini göndermeye hem de dergide çalışmaya başlar. Askerdeyken yazdığı Yalnızların Romanı da dergide tefrika edilir ancak dergi kapanınca romanı yarım kalır.


KÜÇÜK AĞA’YLA HAYALİNE KAVUŞUR

Buğra’nın ikinci durağı Milliyet Gazetesi olur. Burada bir yandan hikayeciliğe yoğunlaşırken diğer taraftan da gazetede kültür sanat eleştiri yazıları yazar. Üniversiteden sınıf arkadaşı Jale Baysal ile evlenen ve 18 yıl evli kalan yazar hikayelerini “Yarın diye Bir Şey Yoktur” ve “İki Uyku Arasında” adıyla kitaplaştırır. Döneminde büyük eleştiri alan Siyah Kehribar romanını yayınlar. Tarık Buğra 1963 yılında Küçük Ağa romanını yazar ve yayınlar. Edebiyat dünyasında bu romanıyla yeniden büyük ilgi gören yazar ilk kez Kurtuluş Savaşı’nı Ankara’dan değil Anadolu’nun bir kasabasından anlatmaktadır. Ardından Küçük Ağa Ankara’da kitabını kaleme alır. Lise yıllarından bu yana roman yazmanın hayalini kuran Buğra, Küçük Ağa’yla bu hayaline kavuşur. Daha sonra sırasıyla şu romanları yazar: İbiş’in Rüyası, Fravun’un İmanı, Gençliğim Eyvah, Dönemeç ,Yağmuru Beklerken, Osmancık ve Dünyanın En Pis Sokağı. Ayrıca Ayakta Durmak İstiyorum, Akümütörlü Radyo, Yüzlerce Çiçek Birden Açtı, İbiş’in Rüyası, Güneş ve Aslan-Patron , Sıfırdan Doruğa-Patron oyunlarını kaleme alır.

Yazdığı kitaplardan en çok eleştiri alanlardan birisi 1962 yılında yazdığı bir gezi kitabıdır. Gagaringrad-Moskova Notları kitabında gidip gördüğü Komünist Rusya’yı ağır bir dille eleştirdiği için edebiyat dünyasında topa tutulur. Çünkü o dönemde Sovyetler Birliği’ne davet edilip bol bol övgü yazıları kaleme alan ve bunun karşılığında kitapları Rusçaya çevrilen yazarların anlattıkları vardır. İlk kez Rus halkının yaşadığı acılar ve yoksulluk bir Türk yazarı tarafından dillendirilmesi özellikle sol kesimin yazarları tarafından öfkeyle karşılanır aforoz edilir.

Yazar kimliği yanında gazetecilik kimliğiyle de öne çıkan Buğra Babıali’de tam 45 yılını geçirir. Ama gazetecilik onun için ‘ekmek kapısı’dır sadece. Bunu şöyle anlatır: “Gazeteciliğim benim hamallığım oldu köşe yazarlığı dahil ve edebiyatçılığıma mecburi ihanetim oldu… Ekmek parası… Mecburen bu hamallığı yaptım. Tekrar ediyorum edebiyatçılığım çok şey kaybetti.…”

MÜTEVAZI BİR HAYAT

İstemeden de olsa yönetici ve yazar olarak Babıali’de Milliyet, Yeni İstanbul, Türkiye Spor, Tercüman ve Türkiye gazetelerinde çalışır. Kendi ifadesiyle ekmek parası için bu mesleği sürdüren Tarık Buğra kalemini her zaman ahlaklı ve dürüstçe kullanmıştır ve bu yüzden de ömrü boyunca hep maddi sıkıntı çeker. 1977 yılında evlendiği ikinci eşi Hatice Bilen Buğra ile Kadıköy’de kirada oturan ve oldukça mütevazı bir hayat süren Buğra 1994 yılında vefat etmeden bir buçuk yıl önce nihayet Maltepe tarafında aldıkları küçük bir kooperatif evine taşınır. Buğra, vefat ettiğinde bu ev dışında okurlarına tertemiz bir isim ve Türk edebiyatına yön veren çok kıymetli romanlarını bırakmıştır. Mekanı Cennet olsun.


#Kitap
#tarık buğra
6 yıl önce