|
İslamcılık ve kemiyet

Yolu mümin için çok dar, fasık için çok geniş olan ruhbanlığın farz kılınmamasındaki (Hadid 27) hikmetlerden biri insanın fıtraten gütmeye ve güdülmeye meyyal ve bunun da istismara açık olmasıyla ilgili olabilir.

Nitekim modern dini cemaatlerdeki ilişkilerin de zaman içinde bu yöne evriliverdiğini görmek mümkündür: Ezberciliği benimsedikleri için, ola ki içlerinden düşünmeye teşebbüs ederek o ezberin fevkinde davranmayı, diğer bir söyleyişle düşünmekten de muaf tutulmayı sorgulayabilecek birilerinin çıkması ihtimaline karşı sadece atanmış, nöbetçi ya da gönüllü olan birkaç kişiyi konuşmaya yetkili kılıyorlar. Kendi içlerinde aranılan vasıflara sahip birilerini bulamadıklarına ise "devşirme-aydın" istihdam ediyorlar. Parti vb. sözcü merkezli çalışan demokratik kurumlar sayesinde, özü ruhbanlığa dayanan bu uygulamayı da dikkatlerden belirli oranda kaçırılabiliyor.

"Belirli oranda" diyorum çünkü, söz konusu kişilerin kimi olgu ya da olaylarla ilgili verdikleri aşırı tepkiler mezkur gizlenişin çoğu zaman hemen açığa çıkmasını sağlıyor. Örneğin İslamcılık tartışmasında olduğu gibi…

İslamcılık tartışması Müslümanlar var oldukları müddetçe sürecek bir tartışma olması nedeniyle sürüyor; İslam"dan değil (çünkü Din Allah"ın korumasındadır) Müslümanların hallerinden yana sorumluluk duyanlar geçmiş devirlerde olduğu gibi, şu ve sonraki devirde de düşünmeye ve düşündüklerini söylemeye devam edecekler çünkü. Bunda anlaşılmayacak bir durum yoktur. Asıl anlaşılmayan o atanmış, nöbetçi ya da gönüllü elemanların, tartışmayı kendi gruplarını parlatma yönünde bitirmek için İslamcılığa nihai bir ölüm yumruğu vurmaya azmetmeleri ya da rolleri gereği buna azmettirilmiş olmalarıdır. Örnek mi? İşte, Ali Ünal.

Ünal, Zaman"da yayınlanan "İslâmcılık ve Bediüzzaman" başlıklı yazısında, özet olarak günümüzde Müslüman entelektüellerin(?) Said Nursi"nin zikrettiği rükünlerden ve marifetullah"tan yoksunlukları nedeniyle kalıcı etkilerinin söz konusu olmayacağından bahisle "merhum Necip Fazıl ve Sezai Karakoç"un bile arkasında onları nihayete kadar takip edebilecek kaç kişi bulunduğu sorusuna verilecek bir cevap, entelektüelin tesirini görmeye yeter" yargısında bulunuyor; bununla İslamcılığı tasavvuf olgusundan ayırmaya, keyfiyetten kemiyete indirgemeye ve yokluğa mahkum etmeye çalışıyor.

Ünal"ın, bağlısı olduğu grubun yapısal nedenlerle münevver yetiştirememesiden duyduğu kompleksle konuşması ve "hoşgörücüler"den olmasına rağmen konuşurken asgari nezaketi, (Hafazanallah, İslamcılarla kendi grubu arasında siyasal bir özdeşlik kurulmasına vesile olur endişesiyle) muhataplarından sakınması mazur görülebilir belki, ancak ilgili yargısını Said Nursi"yi temellük etmişçesine onun üzerinden temellendirmeye çalışması mazur görülemez. Çünkü Said Nursi"nin tefsiri, düşünceleri ve eylemleri ümmete mal olmuştur; avamın da havasın da inşallah ondan bir nasibi vardır. Dolayısıyla nasıl ki Teymiyye sadece selefilerin imamı değilse, Said Nursi de sadece nev-nurcuların bediüzzamanı değildir. Bu nedenle Said Nursi"yi İslamcılardan ayırmak onun geniş olan söz ve eylem alanını daraltmaya çalışmaktan başka bir şeye yaramaz.

Ünal"ın Necip Fazıl ve Sezai Karakoç"un isimlerini de zikrederek ileri sürdüğü yargıya gelince:

İslamcı bir hareket olarak Müceddidiliğin öneminden habersiz kalmayı tercih ediyor, Ünal. İmam-ı Rabbani ona uzak düşeceği için hiç değilse 1779-1827 tarihleri arasında yaşayan Halid-i Bağdadi"nin niyetlerine ve eylemlerine bir bakıverse gerçeği öğrenecektir.

Tasavvufi bilgiyi edebi maharetiyle buluşturan Necip Fazıl ve Sezai Karakoç ise "tek başına bir ümmet" olduğu buyurulan Hz. İbrahim"i takliden yalnızlığı seçerek siyasi, ekonomik, eğitimsel, yayınsal kurumlar kurmaya tenezzül etmediler; fanilik idrakiyle yaşamayı ona tercih ettiler; kendi günah yüklerinden başka dünya yükü yüklenmediler. Yalnızlığı bilinçli olarak seçtiklerinden İslamcılıklarını bir kurumu yaşatmanın bedeli olarak feda etmeleri de hiç gerekmedi. Öte yandan sevenlerini (kendi verdikleri hükümlerin mahkumu olacaklarını iyi bilsinler diye) papağan olarak değil kendi zamanlarından sorumlu insanlar olarak yetiştirdiler.

Bu babta mezkur isimlerin tâbi oldukları hüküm şudur: "Artık kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse, onun mükâfatını görecektir / Kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir."

İşin özü budur.

Son olarak: Keyfiyetin tükenişi kemiyetin hakimiyetidir. Taraftar çokluğuyla en fazla futbol amigolarının övünmesi bu yüzdendir. Ünal, futbolumuz neyse biz de oyuz, diyorsa bir itirazım olamaz. Ama onun yine de mevcut konumunu ve yargılarını tekrar düşünmesini temenni ediyorum.

12 yıl önce
İslamcılık ve kemiyet
Notre Dame Katedrali ve Emevi Cami karşılaştırması
Türkiye’nin tezlerini kim anlatacak…
Enflasyon ile mücadelede beklentileri kırmak ve fiyat yapışkanlığının önüne geçmek
Cari açık ve Gabar’dan gelecek 3,2 milyar dolar
Küresel savaşın kaçınılmazlığına dâir